5 Haziran 2014 Perşembe

Kızım - Veysel Yavuz

                          Kızım




                Bir yaprak salınıp duruyor saatlerdir. Rüzgâr kâh savuruyor, kâh durduruyor. Her şey onun tekelinde gibi. Bana pek bir şey yapamıyor. Yetmiş kiloluk bir kütlenin yerini değiştirecek kadar güçlü değil. Güçlü olanlarını duymuştum. Kasırga diyorlar adına. İnekleri falan havalandırıyormuş; düşünsenize! Ondan korkarım ben. Bu rüzgârdan değil. Ve yaprak düşüp, kondu. Bankın hemen üzerine. Hışırtısı da kesildi gibi ağaçların. Ben hiç kıpırdamadım yerimden. Arada gazete sayfaları havalanır gibi oluyor. Onlarda benim tekelimde. Ayaklandım olduğum yerden, gazeteyi koltuk altıma alıp.
                Yürüyüşüm eskisi gibi atik değil. Bazen ayağımı kaldırdığımda sanki tonlarca ağılıktaki bir taş kütlesini kaldırıyorum. İleriye doğru eğilirken kemiklerim kırıldı kırılacak. Yinede yürümemi öneriyormuş doktorlar. Kızım öyle diyor. Doktorların ne dediğinin bir önemi yok ta, kızım için her şeyi yaparım. O kadar ki onun için yaşıyorum, onun için bunca ağrı. Ben ölüp gittikten sonra ne olur hali. Tabutumun yanı başında ağlamasını görmektense doktorlar ne diyorsa yaparım daha iyi. Yaptım da, ayda bir kontrole gidiyorum. Kızım götürüyor. Günde en az beş doktor geziyoruz. Bazıları iyi haberler veriyor.
-Gelişme var, aynen diyete devam.
Ne gelişmesi ne diyeti! Her gün biraz daha çürümekteyim. Her canlıyı bekleyen sona doğru müthiş bir hızla ilerlemekteyim. Bir farkla, beni çok seven bir kızım var, benden başka hiç kimsesi kalmamış bir kızım! O üzerime bu kadar titriyorken nasıl ölebilirim. Onu nasıl, bu kadar kötü bir dünyada bir başına koyar giderim. Ne olurdu sanki eşimden önce ben ölseydim. O bir kadındı benden daha iyi anlaşırdı kızımla. Benle sürtüşmesi hiç bitmiyor. Gittikçe kızımın malıymışım gibi hissediyorum.
-Sigara içemezsin, alkol asla!
 Ben babayım da diyemiyorum. Babaların hastalıklarını evlatları bilmemeli. Ve mümkünse baba ele ayağa düşmeden ölmeli. Güçlü olarak! Yıllardır benim hiç gücüm yok.  Kızım dışında tek yaşama sebebim de. Ben de artık göçüp gitmek istiyorum ama kim dinler.
- Daha değil baba, daha değil… Bu kadarı fazla!
                Geçen eski ahbaplarda birine rastladım, çarşıda ağır ağır dolanırken. O tanıdı beni sağ olsun.
- Vay müdür bey, uzun zaman oldu ne hallerdesin? dedi. İçimden, bütün sıkılmışlığımla, ne halde olayım, çürüyüp ölmeyi beklemekteyim. Lütfen beni öldürür müsün? Dedim. Dışımdansa:” Affedersiniz ama çıkaramadım sizi.” Dedim.  Eski dost düşmüş suratıyla:” Ben sizin Cihangirdeki evinizin kapıcısıydım. Hatırlamadınız mı beni? Ali Kemal.” Ali Kemal deyince gelir gibi oldu aklıma. Zamanında az yüklenmemiştim zavallıya:” Ah evet. Hatırladım şimdi. Ama mazur görün yaşım baya ilerledi hafızam eskisi gibi değil. Ne güzel bir apartmandı orası. On altı yıl o evde kaldık. Sen kaç yılında vardın?” Dedim. Eski dost:” Ben Hüsnü Amcadan sonra geldim. Hüsnü Amca rahmetli olunca apartmandan biri beni önermişti. Reşat Amcaydı herhalde. Bende kabul edip başlamıştım. Sanırım on iki yıl kadar kapıcılığınızı yaptım. Yenge hanım nasıllar, kızınız?” dedi. Haklıydı. Yıllardır bizden haber alamıyordu. Nerden bilecek yenge hanımın trafik kazasında öldüğünü, benimse yaralı kurtulup yıllarca ölemediğimi! Eski dosta dönüp:” Yenge hanım sizlere ömür. Ben de kızımın yanında yaşıyorum. Kızım o hazin trafik kazasından sonra toparlanamadı. Uzun zaman psikolojik destek aldı. Hala ilaç aldığını görürüm gizli gizli. Hiç evlenmedi. Tek uğraşı, tek işi beni yaşatmak oldu. Beni kaybetmemeye uğraşıyor. Ama kaçarı yok aldığımız nefes kesildi mi bir buçuk dakikaya puf!” dedim. Yüzünde hem bir tebessüm hem de acı belirdi. Yüzünün anlamlı kırmızılığıyla:” Yenge hanımı kaybetmenize çok üzüldüm. Ama bakın kızınız size nasıl da iyi bakıyor. Sizin için hiç evlenmemiş.  Size bakmak için. Bu yüksek vefa karşısında insan ancak mutluluktan ölür.” Dedi. Ne mutluluğu be adam! Yetmiş üç yaşıma geldim. On dokuz yıldır yalnızım. İnsanların ölümlerini görmek, sürekli yakınlarının kaybıyla yaşamanın neresi mutluluk? Aylardır kızımdan başka sohbet ettiğim tek insan sensin, diyemedim: “ Sağ olsun.” dedim. Sonra eski dosta ayakta pek duramadığımı. Vakti varsa bir yerlerde oturup sohbet etmeyi çok istediğimi söyledim. Kabul etti. İlk gördüğümüz kahveye girdik. Sigara dumanı var diye dışarıya kürsülerimizi atıp çaylarımızı sipariş ettik. Eski dost cebinden paketi çıkarıp bana uzattı:” Bir sigara yakmaz mısınız?” dedi. Nasıl yakmam. Şimdi oturup o paketi sonuna kadar içmek için neler vermezdim. Eski dosta dönüp:” Bana yasak.” dedim. Apar topar paketi geri cebine soktu:”Çok özür dilerim. Hadsizlik ettim.” Dedi. Bende ona dönüp:” Yok canım sen içebilirsin, hatta hoşuma gider. Malum kırk beş yıl içtikten sonra yasak çok koyuyor adama. İnsan nasılsa ölecek, bari istediği şeyleri yapıp mutlu ölmeli. Bana da yak bir tane!” dedim. İdam mahkûmunun son isteği gibi karşıladı. Hemen cebinden bir sigara uzattı. İlk aldığım yudumla dünyalar benim oldu. Biraz baş dönmesi, biraz öksürme akabinde… 
                Sonra eski günlerden bahsetmeye zorladım onu.” E biz taşındık sonra neler oldu mahallede, anlatsana?” dedim. Uzun zamandır kızım dışında bir ahbaba rastlamışım, bırakır mıyım? Eski dost:” Valla Müdür Bey, çok şeyler oldu. Siz taşındıktan sonra sizin daireye Almancılar taşındı. Baya paralı zengin Almancılar. Kızları Almanya’da intihar edince apar topar oraya döndüler. Evin anahtarını da bana verdiler, kiraya vereyim diye. Bende o gün ilk kez gördüm sizin evin içini. Kızınız için duvara yaptıklarınızı, resimle olan yakınlığınızı… Dakikalarca bakmaktan alamadım kendimi. Dedim ki; müdür bey ne büyük insanmış!  Alamancılar da sanatsever olmalılar ki duvara hiç karışmamışlardı. Şanslı kızmış sizinki.” Dedi. Bir intihar, bir eski anı. Bir kaç cümlede… “Ha.” Dedim. “Sahi ne çok uğraştık o resimlerle. Kızım evliliğimizin dokuzuncu yılında doğdu. O zamana kadar evimizde kasvet hiç eksik olmadı. Adımızı çıkardılar kısıra. Aileyle bağımızı kopardık. Sadece ben ve eşim… O yalnız zamanlarımız da hazırladık, o odayı. İçkilerimizi içer, odaya geçerdik. O gün en çok görmek istediklerimizi çizerdik duvara. Bazen dalları göğe değen bir ağaç, bazen al yanaklarıyla çocuklar… Eşim resim öğretmeniydi benimle evlenmeden önce. Evlenince benim zorumla işi bıraktı. Evde boş zamanlarında da resim çizerdi ama çoğunu yırtar atardı. O çocuğumuz olamamasına çok içerlerdi. Gel zaman git zaman eşim hamile kaldı. Birkaç ay sonra da bir kızımız oldu. O günden trafik kazasına kadar mutluluk eksik olmadı evimizden. Kızımız ilk sözcüğünü söyledi, ilk adımını attı, ilk dişi çıktı, okulda ilk günü, ilkokulu bitirdi, ortaokulda derken… liseye geçerken taşındık o mahalleden. Birikmiş paramız vardı. Emekliliğime de az kalmıştı. Daha büyük ve bahçesi olan bir eve taşındık. Bir araba da alıp ailecek günümüzü gün edecektik. Ettik de. Yazlıklara gittik. Yurtdışı seyahatlerine.  Sonra kızımızı Ankara’da üniversiteye yazdırdık. Kaldık eşimle baş başa. Can sıkıntısına dayanamayıp ayda bir, iki defa kızımızı ziyarete giderdik. O ziyaretlerin birinde oldu o lanet kaza. Arabamız üç takla attı. Ben ve eşim içindeydik. Eşimi o kazada kaybettim. Ben aylarca yaşam mücadelesi vermişim. Nedense? Keşke bende ölseydim!” dedim. Eski dost:” o nasıl söz Müdür Bey, insan ölmeyi istemekle isyankar olur. Vardır Allahın bir bildiği. Yoksa ne olurdu kızınızın hali. Şükür siz yaşamışsınız da kızınız hayata devam etmiş.” Dedi. Bende:”  Evet. Ben yaşadım diye o devam etti. Ama ben devam edemedim. Sürekli aklımda, kızıma nasıl zarar vermeden ölebilirim düşüncesiyle dolaştım durdum. Hayat arkadaşımı kaybedeli On dokuz yıl oldu, dile kolay. On dokuz yıldır ölümü düşünmediğim tekbir dakika yok. Ya kızım ne olacak ben öldükten sonra? Onun için katlanıyorum bu kadar saçma sapan sağlıklı yaşam hikayelerine. Sırf kızım için! “ dedim. Sonra ben ve eşimin çizdiği duvar resimleri hala yerinde mi diye sordum. Eski dost:”Valla Müdür Bey, alamancılarda iken resim aynen durdu. Her kiraya verdiğim insana da sıkı sıkıya tembihledim, o odada değişiklik yapmamalarını. Ama siz de biliyorsunuz çok zaman geçti. Ben on yılı aşkındır başka bir muhitte kapıcılık yapıyorum. Ama isterseniz bir gün gidip bakabiliriz.” Dedi. Bu birkaç gün ölüm düşüncesiz yaşamama sebep olabilirdi. Bir amacım var artık. Hayat arkadaşımla beraber en yalnız kaldığımız zamanlarda, en umutsuz olduğumuz yıllarda yapmış olduğumuz eseri görme şansı. Çaylarımızı içtik, bir sonraki görüşmemizin yer ve zamanını tayin ettik. Denilen gün ve zamana kadar üzerimde acayip bir mutluluk vardı. Sanki eşim mezardan çıkacak tekrar bir sofrada oturup içecekmişiz gibi seviniyordum. Buluşma saati geldi çattı, denilen yere doğru yola çıktım. Eski dost beni bekliyordu. Bu kadar işin gücün arasında, geçmişten pek de tanımadığı bir insana bu kadar bağlılık ve yardım etmesi, aslında eski dostun ne kadar iyi bir insan olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Selamlaştık, hal hatır olayını bitirdikten sonra bir taksiye atlayıp eski mutlu günlerime doğru yola çıktım. Sokağa girince her eski taş parçasında eşimi gördüm:” Buradan bakkala giderdi. Bu sokaktan pazara…” Nihayetinde apartmana yetiştik. Dış cephe boyası değişmiş. mahallenin kaldırımları da ücretli parka dönüşmüş. Binaya girdik. Garip bir hava sardı beni sanki iki kat daha yukarı çıkıp eşim ve kızımı göreceğim gibi. Katları yürüyerek çıktım. Bu benim ve ayaklarım için ne kadar zor olsa da. Kapıya geldim. Zili de değişmişti. Kapıyı çaldık. Eşimin bir şans kapıyı açması umuduyla. Zavallıydım en olmayacak umuda dahi ihtiyacım vardı. Gençten bir kız kapıyı açtı. Eski dost benim konuşmama fırsat vermeden hemen olan biteni kıza anlattı. Kız hiç ikiletmeden kabul etti. Sadece birkaç dakika beklersek odaları toplaması gerektiğini söyledi. Kapıya gelip bizi içeri aldı. Bütün geçmişim tokat gibi suratıma patlıyordu. Bu antre, bu mutfaktan görünen manzara bu her gece soframızı kurup içtiğimiz masanın yeri…

                 Usulca kızımın odasına doğru yol aldım. Kapıyı açmamla yıkılmam bir oldu. Son moda duvar kağıtlarıyla kaplanmıştı, ben ve eşimin en yalnız en umutsuz yılları. Duvarlara dokunmaya başladım. Dokundukça inanılmaz bir enerji açığa çıkıyordu bende. Tekrar dokundum, tekrar ve tekrar…
Gözümü açtığımda ambulanstaydım. Yanımda eski dost. Ne olduğunu anlamadan onların belirlediği bir adrese doğru yola çıkmıştık. Hastaneye vardık. Soğuk bir odaya sedye ile geçirdiler. Eski dostun yüzü perişandı:”Ne yaptın sen Müdür Bey, ne yaptın? Ben bunu kızına nasıl anlatırım?” diye diye dövünüyordu. Ben ona dönüp sakin ol, bir şey yok demeye çalışıyordum. O duymuyordu ısrarla. Bir iki defa sırtını elledim, nafile. Ne oldu yahu diye garip garip gezinmeye başladım odada. Eski dost odadan çıkıyordu, bende peşine takıldım. Bir odaya girdi. Odada beyaz önlüklü bir doktor vardı. Beni muayane eden doktor olmalı diye düşündüm. Oda beni görmüyordu.  Önce oturun dedi eski dosta. Sonra:” Hastamızı kaybettik. Bu kadar üzülecek ne geldi ki başına?” diye, eski dosta sordu. Eski dost:” Valla doktor bey, eski evlerinde kapıcıydım ben.  İki gün önce tesadüfen yolda karşılaştık. Sonra da eski evlerine, eski bir anısını görmek için gittik. Müdür Bey, duvar kağıtlarını görünce çıldırdı. Başladı tek tek kağıtları duvardan sökmeye. Duvar kağıtlarını sökemeyince daha da sinirlendi. Sağa sola tekmeler, yumruklar atmaya başladı. Ben onu zaptetmeye çalışırken elimde birden bayıldı. Sonra ambulansı aradık. Ambulans gelene değin Müdür Bey ölmüştü.”  Peki yok mu başka yakını?” diye sordu doktor. “Üzerine titrediği bir kızı var. Bende numarası yok. Üzerinde çıkan telefondan arayabilirsiniz.” Dedi.
Ben olduğum yerden: aramayın! Hayır, ne olur aramayın! Kızım öldüğümü duymasın! Diye feryat figan bağırıyordum. Hiç kimseler çığlığımı duymadı. Öldüğüme inanmak zorunda kaldım. Arkamı dönüp olan bitene, soğuk odaya döndüm. Kendimi çelik kasaya kapattım. Sonra, sonsuza dek sürecek uzun bir uyku…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder