24 Mayıs 2014 Cumartesi

Tekel Bayideki Kırık Saz - Veysel Yavuz

                                               TEKEL BAYİDEKİ KIRIK SAZ 


                                   
        
        
Aylardır işkencedeyim. Baş aşağı durmaktan beynime kan gitmiyor. Yedi tel saçımın ikisini yoldular. Bir de derince bir çatlak var ki akıllara zarar… Yorgunum, kirli ve bitkin. Boyası dökük bir duvara hiç dikkatle asılmışım. Küfürler var ağzımda, lanetler… Beni o atölyeden koparıp buralara salan İnsana…


               
Sıradan bir gün. Vitrinde her gün ki gibi boş boş duruyorum. Bakıcılarım alıcılarımdan çok fazla, farkındayım.  Her gün bir kaçı içeri girme güvenini kendinde bulup dalıyor dükkana.
-Ne kadar?
-Daha uygun bir şey yapsanız?
-Neyse sonra uğrarım.
Bu tarz diyaloglar her gün daha da artmaktaydı.  Ta ki o gelene kadar…
İlk defa benimle ilgilenmeyen bir müşteri içeri daldı. Sağa sola bakındı. Usta müşteriye doğru yöneldi: “Buyurun beyim, hoş geldiniz. Nasıl yardımcı olayım?”
Müşteri alkolden kızarmış suratını ustadan farklı bir yöne çevirmiş halde:


-Yeni bir yer açtım. Gelen insanlar son zamanlarda eğlenemediklerinden yakınıyorlar. Ben de bir enstrüman alıp ortama renk katmayı düşündüm. Ama ne alacağım konusunda fikirsizim.
-Beyim yeni bitirdiğim bir sazım var. Maun ağacından yaptığım. Ağacın kuruması için tanrı şahidim fırın hiç kullanmadım. Tas tamam 5 yıl 8 ay bekledim. Sapı kayından, hem yuvayı aşındırmıyor hem de gözenekleri çok az olduğu için sertliğini koruyor. Haliyle fiyatı pahalı ama harika bir ses tonu var. Diyebilirim ki otuz yıllık hayatımda beni ustalaştıran yegâne eserim. Diğer ustalar da sırrını arayıp duruyor. Aynısından bir tane daha yapabilmek için. Ama hak getire, söyler miyim bunca yıldır arayıp bulduğum sırrı. Bu ara işler kesat. İnsanlar pek müzik aleti almıyor. Uygun bir fiyata bu sazı size verebilirim.
Müşteri pek ilgilenmez bir halde:
Ne kadar dedi.
2500 lira. Dedi, bir çırpıda. Bu baya yüksek bir meblağ idi.                                                                      --Daha uygun bir şey lazım bana.
-Beyim 60 liraya da var. İki türkü çalamazsın onunla.
-1500 liraya alırım. O da rengini beğendiğim için. Bir düşün ve hemen kararını ver.
-Beyim hiç olur mu öyle 6 yıllık emek var bu sazda. En azından 2000 ver.
-1750 son fiyatım dedi.
 Usta birikmiş borçlarının da ağırlığıyla kabul etti. Bir kılıf -üzerinde müzik evi reklamı olan- ve birkaç mızrapla birlikte hazırlayıverdi altı yıllık göz ağrısını.

            Bütün bu olan bitenleri izliyordum vitrinden. Bunca alıcım varken bu kadar az bir paraya hiçbir zaman kıymetimi anlayamayacak bir insana satıldım, ne acı!
           
            Paketlenip, dış hayata, bilmediğim bir yere doğru yolculuğum başladı. (zaten hiçbir yer bildiğim de yoktu, gözümü açtığım bu köhne dükkandan hariç)Yarım saat süren bu yolculuktan sonra kendimi izbe bir mekânda buldum. Yeni sahip kucağına alıp beni çalmaya çalıştı. Amcasından öğrenmişti birkaç parça çalmayı daha çok küçükken. Sonra birkaç insan daha üşüştü başımıza. Herkes elliyor, çalmaya çalışıyor ve iltifatlar diziyorlardı ardı ardına.
-Çok iyi sazmış, ne kadara aldın?
-Çok para verdim.
-Ne kadar, ne kadar, söylesene?
-1750 lira
-E çok uyguna almışsın. Bunun gibi bir saz nerden baksan 4000 eder.
-Gerek yok. Hiç satmayı düşünmüyorum, dedi ve sonra dükkandaki en gözde köşeye baş aşağı astı beni. O gün başladı işkencem.

            İlk günler ortamla ilgili hiçbir şey bilmeden geçti. Asıldığım yerden insanları gözlemleyerek bir şeyler öğrenmeye çalışıyordum. En dikkatimi çeken yeni sahibim Behçet:  Sessiz, çok konuşmayan herkese aynı davranan kendi halinde biri.  Kısa cevaplarla gündelik işleri geçiştiren mütemadiyen ‘evet- hayır’ kullanan bir adam. Evvelce bir aşk macerası yaşadığını gelen müşterilerden duymuştum. Amcasının kızına âşıkmış Behçet. Amcası Behçet’i hiç sevmediğinden Behçet daha askerde iken kızı apar topar başka biriyle evlendirmiş.  Ailesi Behçet’e haber vermemiş askerden kaçmasın diye. Dönünce de haberi alır almaz koşmuş amcasının kapısına. Amcasına ciddi bir bıçak darbesi verip tutuklanmış kısa süreliğine. Sonra da memleketi terk edip buralara yerleşmiş. Yakın olan birkaç arkadaşından başkaca hakkında pek bir şey bilen de yok.
Her gece, herkesler gittikten sonra Behçet çıkarır şişesini, kurar masasını. Masanın başucunda amcakızının resmi… Bir de eskilerden bir kaset çıkarır en diplerden. Müslüm Gürses’den  “Bu Şehirde Yaşanmaz”  Kasetini teybe takar sevgili amcasına küfürler  dizerek sabaha kadar içer, ağlar, kusardı.  Sabah yedi oldu mu kapısının önünü süpürür. Camlar masalar silinir, yine rutin bir gün için hazırlıklar tamamlanırdı.

            Aynı sıradanlıkla günler günleri takip ediyordu. Küçük tekel bayi atışmaları, hesaba karşı tepkileri saymazsak dişe dokunur pek bir şey yaşanmıyordu. Ta ki o uğursuz günün akşamı gelene değin. İçeriye daha önce pek aşina olmadığımız lehçede konuşan sinirli insanlar girdi. Kaba saba yarmalar. Değişik giyimli, sinirli, tehlikeli tipler… Kaba bir üslupla alelacele bir şeyler istediler. Behçet denileni yerine getirdi. Pek konuşkan sayılmazdı. Siparişleri hazırlayıp masaya koydu. Dönüp kasada oturmaya devam etti.  Adamlar beni asılı olduğum yerden alıp fevri bir şekilde başladılar kurcalamaya. Kaba dokunuşlar, sert vuruşlar…  Sonra baya sert bir hareketle beni köşeye savurdular. İnanılmaz bir gürültü akabinde derinlerde büyük bir acı hissetim. Yaralanmıştım. Koca bir yarık açılmıştı böğrümde. Beni bu halde gören Behçet’in gözleri kan çanağına döndü. Sinirden ne yapacağını bilmez bir halde boşta bulduğu kürsülerden biri kapıp adamlara saldırdı. İkisini vurarak etkisiz hale getiren Behçet, üçüncü adamı da korkudan ürkmüş vaziyette duvarın dibine püskürttü. Her şey durmuştu. Behçet’i ilk defa bu halde görüyordum. Hem korku hem mutluluğu bir arada yaşıyordum. Korkuyordum çünkü iki koca adamı bir kürsüyle bu hale getiren Behçet bana kim bilir nasıl davranacaktı. Mutluydum çünkü bunları benim için yapmıştı, beni incittikleri için. Behçet hemen yamacıma eğilip bütün sevecenliğiyle bana dokunmaya başladı. Bir daha sevdiği birini kaybedemeyeceğini, göz yaşlarına hâkim olamadan anlatıyordu.
“Kaybedemem seni, kaybedemem. Bu defa olmaz!”
 O dağ gibi adam, daha önce kaybetmenin acziyle bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlıyordu.
“Bir daha kaybedemem! Bir daha kaybedemem!” diye diye salya sümük...  Sonra beni alıp baş aşağı olmam gereken yere astı hiç dikkatle.  Bir daha hiç kimseye dokundurtmayacağına yeminler ederek.  Yıllardır bu izbe mekânda Behçet’in gelip bana dokunmasının hayaliyle bekliyorum. Bir daha dokunmadı.  Dokunulmadım hiç.
O gün bu gündür Behçet’i beklemek işkencesindeyim!



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder