24 Mayıs 2014 Cumartesi

CIGARA - Veysel Yavuz


                                CIGARA





         Soğuk bir günün öğleden sonrası... Kızarmış et kokuyor evimiz. Babam gelmiş olmalı, yoksa bunca hazırlık neden? Odaya girdim, televizyona doğru yürüdüm, müdavimi olduğum çizgi filmi izlemek için. Anında uyarıyı aldım:’’Sakın televizyonu açayım deme, baban çok yorgun, uyusun garibim.’’ Babam Köy Hizmetleri’nde çalışıyordu. Yirmi gün bir dağ başında çalışıp on gün dinlenmeye gelirdi. Gelince de eli kolu dolu olurdu: Kâh oyuncaklar, kâh anneme altın bilezikler… Babam sedirde koyu bir battaniye altına gömülmüş vaziyette horul horul uyuyor iken usulca başucunda bittim. Kül tablasında daha içilecek durumda olan izmaritlerden bir kaçını cebime doldurup dama doğru yola koyuldum.


Dama çıktım. Kimsecikler yoktu. Cebimden kibrit çöplerini çıkardım. Bir parça da kibriti yakmak için kabından aldığım fosforlu kısım. Kibrit çöplerini, fosforlu parçaya hızlıca sürtmekten kaynaklı bir ısı oluşuyordu. Bu ısı bir zaman sonra çöp üzerinde sülfürü harekete geçirip sigara ya da benzeri şeyleri yakmak için ateş çıkarıyordu. Elbette bakkaldan tam bir kibrit alabilirdim. Hali hazırda ucuzdu. Memlekette bir iğne dahi yapamıyoruz diyenlere cevap niteliğinde, bu ülkede 932’den beri kibrit fabrikaları var. Üstelik yerli mamullerden üretildikleri için ucuzdu lakin kibrit taşımak sigara içmekle eşdeğer olduğundan bu riski çok azımız göze alabiliyorduk. Kibrit çöpleri bir cepte fosforlu parça bir cepte... O zaman yakalandığımızda mantıklı bir açıklama yapabiliyorduk. Hatta bazıları bu işi baya geliştirmişlerdi. Tiryaki dâhiler diyorduk onlara.  Kibritin fosforlu parçasını sigara izmaritindeki süngerle ayakkabılarının tabanına yapıştırıyorlardı. O vakit yalnızca kibrit çöpü taşımak kâfi geliyordu. Çok havalıydı.  Kibrit çöpünü ayakkabıya sür, sigaranı yak. Sigara izmaritlerini cebimden çıkardım. İşleme en çok tütün barındıran izmariti düzelterek başladım. Bu sigaradan(izmarit) altı yudum, bir diğer izmaritten üç -süngerinden kaçırdığı ateşle dudağımı yaktım- son izmarit ise baya zorladı. Nefesleri ard arda çekip gözlerim kızarana değin ciğerlerimi dumana boğdum. Ayağa kalkınca küçük bir baş dönmesi akabinde manzarasına bayıldığım kilisenin çatısındaki leylek yuvasına baktım. Kokunun geçmesi için biraz beklemeliydim. Bekledim. Tam da o sırada geldi aklıma, neden bu kiliselere leyleklerden başka kimse uğramıyordu. Biz Müslümandık. Sokakta tanıdığım hemen herkes Müslüman idi.  Ya da Müslüman gibi yaşıyorlardı. Ee bu insanlar gelip buraya kiliseyi yapıp gitmiş olamazlar değil mi? Bu sorunun cevabı yoktu. Aşağı indim. Hemen buzdolabına koştum. Ağız kokusunu alsın diye bir şeyler atıştırmalıydım. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra gözlerime baktım. Her şey yolundaydı gözlerimin kırmızılığı da geçmişti. Odaya bakındım. Babam uyanmıştı. Usulca gidip ellerinden öptüm. Bu sıradan bir ritüeldi. Yirmi günde bir gelmeyi başardığı için babaya bir saygı sunumuydu.
‘‘Hoş geldin baba.’’ dedim.  Babam iplemeden selamımı, bir sigara yaktı. İlk birkaç dakika aramızda tek konuşma geçmedi. Zaten kendimi bildim bileli sevgisini de nefretini de hiç belli etmemişti. Televizyonu açtı. Kanalları zaplamaya başladı.
Sonra:’’ Yine kanallar kaymış.’’ Dedi, ‘‘Gidip biraz anteni düzelt. Hiç konuşmadan tekrar dama çıktım. Sesimi iki kat aşağıdaki babama yetiştirmeye çalışarak anteni sağa sola çevirmeye başladım.
‘’Biraz daha çevir. Çevirdiğin yönün tersine.’’
 ‘’Bu fazla oldu. Eski haline getir.’’
‘’Yahu daha da bozdun. Komşular ne yöne çevirmişse antenlerini, sen de o yöne çevir.’’ ‘’Tamam, tamam in artık. Beceremeyeceksin.’’
Aşağı indim. Daha iyi olmuştu ama yine de tatmin etmemişti babamı.
Babam anneme seslendi:’’Ne oldu yemek?’’ ‘’Birkaç dakikaya hazır olur. Çocuğu gönder de birkaç bidon su getirsin. Bulaşıkları yıkamak için bile su kalmadı.’’ İşte bu benim yıkıldığım andı. Zira kış aylarında demir borulardan gelen sular donduğundan mahalleli olarak ciddi bir su problemi yaşıyorduk. Buna çeşitli yollar bulmuştuk. Kendimizce. Boş bidonları tek tekerlekli, iki tutamacı olan arabalara yükleyip başlıyorduk suyu olan yerleri tek tek dolaşmaya. Önce komşuya gittik, bazı evlerin suları kesilmiyordu. Yeni çıkmış donmayan borulardan döşemişlerdi. Onlardan pek nadir ‘evet’ cevabı alabiliyorduk. Ama olsun yakındı, denemeye değerdi. Olası gülümsememizi beğenip su vermeyi kabul ederlerse o kadar yol yürümemize gerek kalmayacaktı.
Hacı Amca: ‘’Su yok.’‘dedi. Hiç umursamadık. Zaten daha bir kez olsun bu evden su alamamıştık.
Hacı Amca: Yan komşumuz. Ellili yaşlarda. Nato’da çalışıyor. Sokaktakilerin anlatımına göre bayağı da para kazanıyormuş.  Çocukları yoktu. O ve eşi hayaletler gibi yaşıyordu. Sessiz. Top oynadığımız saatler Hacı Amcanın mesai dönüşü saatlerine denk geldi mi vay halimize. Topu kesin patlatırdı, yetmez gibi kallavi küfürler savururdu. Daha hiç birimizin babası Hacı Amca’ya cevap verememişti. Herkes korkuyordu ondan. Top katili Hacı Amcadan nedeni bilinmeyen bir korku... Babama sormuştum, ender konuştuğumuz zamanların birinde:’‘Baba neden Hacı Amca bu kadar öfkeli? Neden her geldiğinde topumuzu patlatıyor?
‘‘Çocukları olmuyor da ondan. Dünya kadar para kazanıyor. Evi, bahçesi bunca temiz olan tek hane onların bu sokakta. Ama ellisine geldi. Hala mirasını bırakacak bir çocuk yapamadı. Yapamayacak da!’

‘’Umarım çocuğun olmaz Hacı Amca!’’ deyip kaçtık ben ve Ali. Caddeye yakın bir simit fırını vardı. Orada da genelde su bulunurdu.
Simit fırını… Bütün çocukların hasretle çalışmak istedikleri tek yer. Simitler yüzde elli kâr bırakıyordu. Simit satan çocuklar kola dahi içebiliyorlardı. Düşünsenize küçücük çocuklar kola alabilecek kadar para kazanıyorlardı. Ama annemi bir türlü ikna edemedim simit satmaya. Yine kalmıştık büyük annenin vereceği harçlığa.
Şans buya:’‘fırını yeni yıkadık. Suyumuz ancak bize yeter’’dedi.  İkinci mağlubiyetimizi de almış bulunuyoruz. Bize yine en zor yol göründü. Camiye gitmek. Orada su hiç kesilmezdi. Arkadaşlarımızla buna haklı bir sebep bulmuştuk: ‘‘Tabi suyu kesilmez oğlum! Yoksa nasıl abdest alacak bu adamlar. Hem Allah Baba bir parmağını şaklatsa evine giden boruların buzu hemen çözülürdü.’’
Camiye girip sıra beklememiz gerekiyordu. Malum su boruları buz tutan tek ev biz değildik. Bazen sıramızı yaşlılara verirdik gönüllü olarak. Bazen de yaşça bizden büyük çocuklar gelip patlatırdı tokadı ensemize ve alırlardı sıramızı. İçten içe sinirlenip basardık küfrü:’’Sen gelirsin bizim sokağa oğlum! Ali’nin abisi sıçar ağzına. Hem sen bu kadar uzun olmasan var ya, benden de çekeceğin vardı!’’  Mahallemize geldiklerinde aramızdaki husumeti çoktan unutmuş olurduk. Her zaman bu böyleydi. Öfkemiz çabuk geçerdi. Çocuktuk. Onlar pervasız bir halde bidonlarını doldurup giderdi. Bizde sıranın bize gelmesiyle bidonlarımızı doldurmaya başlardık. Ağızlarını da sımsıkıya bağlardık. Zira sokak araları taşlarla bezeliydi. Gideceğimiz yolda engebenin bini bir para… Bidonlar zıpladıkça su kaybediyordu. Arabayı elimizden geldiğince yavaş sürmeye özen gösteriyorduk. Ya bidonlar arabadan devrilirse ne olurdu halimiz. Tekrar başa dön, tekrar bunca yorgunluk...  Eve gecikeceğimiz her dakika için de ekstra fırça… Bunları yaşamaya hiç niyetimiz yoktu. Deneyimlerimizle hiçbir işimizi şansa bırakmamayı öğrenmiştik. Öğretmişti bu taş sokaklar. Yavaş ve dikkatlice eve doğru yola koyulduk. Bidonların biraz su kaybetmesi olağandı.  Eve yetiştik. Yukarıya seslenip yardıma gelmelerini bekledik. Çocukların yirmi beş kiloluk bidonları 2. Kata çıkarması bayağı tehlikeliydi. Geçenlerde komşunun oğlu kömür çuvalını dama taşımaya çalışınca belinden olmuştu. Doktorlar artık iki kilodan ağır bir şey kaldırmaması gerektiğini öğütlemişlerdi ailesine. Yalnızca bu değildi doktorun dedikleri: Belki ilerde çocuk sahibi de olamayabilirdi. İşte bu aile için gerçek bir yıkımdı. Soylarını devam ettirememek. Babam ve annem de beni çok sevdiklerinden değil, soylarına zeval gelmesinden korktukları için böyle bir karara varmışlardı. Annem geldi ve beraber bidonları yukarıya taşıdık. Babam yemeğini yemiş,  çay ve sigara keyfi yapıyordu. Sokaktan arkadaşların seslendiklerini duydum:’‘Ali’nin babası yeni bir top almış. Gel de gazozuna maç yapalım.’’ Daha evvel görülmüş bir şey değildi. Yenilen tarafın gazoz alması. Yaş ortalaması zar zor onu bulan bu çocuklarda nerde gazoz alacak para. Maç bitti. Dokuz-altı galip geldik. Evlerimizin önündeki taş oturmalıklara yığılıp başladık maç kritiği yapmaya. Koyu, kritik sohbetlerine dalmışken annem pencereden seslendi: ‘’Oğlum, fırına gidip ekmek al! Sen de eve erken gel, karanlık oldu.’’ Yine bir iş! Fırına doğru en yakın arkadaşım Ali ile yola koyulduk. Fırında sıra vardı. Fırıncı:’’Şimdi git. Ekmek yok. Ancak on beş dakikaya çıkar.’’dedi.  Eve gidiş yolu yedi dakika. Dönüş yolu da yedi, etti mi sana on dört dakika. Daha eve yetişir yetişmez tekrar geri gelmemiz gerekiyordu. Buna hiç mecalimiz yoktu. Tekrar içeri girdim.
‘‘Biz dışarıda oturacağız. Sıramız geldiğinde seslen.’’ dedikten sonra kaldırıma çöktük. Birden Ali başımı karşıya çevirmemi istedi. Karşıda baya fiyakalı bir adam devrin iyi sigaralarından birini yakmaya çalışıyordu. Muhtar çakmağıyla. İçimiz geçti. O sigaradan en azından birkaç yudum bizim olmalıydı. Adam usulca yoluna devam etti.  Arkasın da ben ve Ali. Böyle zengin biri elbette sigarasını dibine kadar içmezdi. Şansımız varsa sigarayı sadece atıp ayaklarıyla ezmez. Zira sönen sigarayı yakmak en az birkaç yudum daha kaybettirebilirdi bize. Bu kadar kaliteli bir sigaraya yapılabilecek en büyük kötülük bu olurdu. Adam yoluna devam ediyordu. Biz de hemen ensesinde bitmiştik. Sigaranın ateşi izmarite doğru hızlıca yol alıyordu. Adam her derin nefes çektiğinde. Aldığımız zevkin haddi hesabı yoktu. Bir de sağlıklı bir şekilde sigarayı atsa muhteşem olurdu. Sigara diplere doğru geldiğinde adam elinde hızlıca, hiç belirlemediği bir adrese doğru sigarayı salladı. Heyecanımız doruğa çıkmıştı. Sigarayla beraber başlarımız da hava da bir yarım ay çizdi. Derken sigara izmariti inmek için kendine yumuşak bir alan seçti. İçi suyla dolu bir oyuk. Ağlamaklı hallerimiz, yüzümüzün kızarması, içimizden ettiğimiz küfürler derken yolculuğumuz hiç de düşünmediğimiz bir şeklide sonlandı. Acı acı oyukta yüzen sigara izmaritine baktık. Elimizden hiçbir şey gelmezdi artık. Başlarımızı kaşıdık. Sonra dönüp birbirimize kahkahalarla gülmeye başladık. Çocuktuk. Her şeyin bir telafisi vardı. Geriye dönüp fırının yolunu tuttuk. Tek kelime etmeden.
‘’ Fırıncı bize kaç dakika demişti?’’     
‘’ On beş.’’
‘’ Eyvah geç kaldık!’’                               
                                      


                                                                                    



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder