29 Mayıs 2014 Perşembe

Cevap - Veysel Yavuz



                            CEVAP

 


Uğursuz bir gece… Nereden estiyse aklıma, balkona çıktım. 3.42 net hatırlıyorum. Bir şimşek parladı gökyüzünde. Hemen saatime baktım, eski bir takıntı, şimşeğin ışığı öyle baba pijaması gibi dik çizgili değildi. Hiç rüzgârsız bir ortamda göğe yükselen sigara dumanına hohlanmış gibi dağınıktı. Işıktan birkaç saniye sonra sesi de geldi. Galiba bir yerlerde okumuştum. Şimşek göründükten sonra saniyeler sayılıp şimşeğin düştüğü yere olan uzaklık hesaplanabiliyordu. Ben hiç uğraşmadım bununla. Canım sıkkındı ve can sıkıntımın sebepleri arasından en güçlüsünü seçip haklı bir hüzün kazanmalıydım. Önce sıradan bir refleksle sandalye, tabure benzeri bir şeyler aradım. Yoktu. Yere, beyaz karolarla bezeli zemine çöktüm.  Umursamadım çöktüğüm yeri. Sıkkındım ve birçok nedenim vardı.

               
                Balkona çıkalı iki dakika kırk üç saniye oldu. (galiba hastalığım ilerliyor) İyi sebepler biriktirmek için hüznüme, lacivert gökyüzüne bakıyordum. Yanımda uzanma mesafesinde tuttuğum bir paket sigara, kibrit ve içerden çıkarken getirdiğim bira tenekesi vardı.  İçinde biraz bira kalmış tenekeye elimi yakan sigarayı silkeledim. Aklımda acaba ateşe daha ne kadar dayanabilirdim düşüncesiyle.
Uzun uzun nefes almaya çalışıyordum. Nefes alınca bir hırıltı duydum göğsümde. Aynı  anda gökyüzünde feci bir uğultu başladı. Rüzgârın uğultusu, gök gürlemesi... Tam keşmekeş koptu kopacak derken ilk yağmur damlaları yerle buluştu. Harika bir toprak kokusu sardı her yanı. Kahverengi bir yalnızlık misafirliğime geldi. İçeri geçtim. Leonard Cohen’den Famous Blue Raincot’u çaldım. Uzun zamandır aynı parçayı dinliyordum ve zaten yeni parça açmaya da hiç takatim yoktu.  Ne demek, ‘kardeşim, katilim'' ne demek? Dolaptan bir bira aldım. Ben, kahverengi yalnızlık ve yağmur başladık ağlaşmaya.
               
Gece ağır ilerlemekte iken, ilk şimşek çakmasından on altı dakika yirmi dokuz saniye sonra, yan dairede gürültü sesleri yükselmeye başladı. Daha çok tiz bir kadın sesi. “Sana her şeyimi verdim. 13 yıl dile kolay!” diye bağırıyordu. İşin ilginç tarafı kendi kendine konuşuyor gibiydi kadın. Cevap verildiğini hiç duymadım.

Duvara fırlatılan şeylerden farklı sesler yükseliyordu. Ve  bu sesler  hemen yan odamda çınlıyordu: Booooom, Tıkk, Toğğğ, Çıkkkışşş!(Bu sondaki ses tahminimce parfüm şişesi olmalı) En son balkondan aşağıya bir şeyler atmaya başladı: Valizler, ayakkabılar, parfümler... Çıldırmış olmalıydı. Kafam iyice karışmaya başladı. Zaten yeterince berbat haldeyim. Ve cereyan eden olaylar beni kahverengi yalnızlık karşısında zor duruma sokuyor. İçeri geçip tekrar Leonard  Cohen’in parçasının sesini en sona getirdim. Ne demekti, ‘kardeşim, katilim?’ Vakit sabaha karşıymış, artık umurumda değil. Ve mutsuzluğumda dahi birilerinin bu duruma ortak olmasından nefret ediyorum. Benim halim bana yeter!

                İçeri geçtim, yatak odasına. Yatağa uzandım. Aklımda belirli belirsiz şekiller dönmeye başladı. Bu gecenin sabahından başlayarak, uzun metraj bir film gibi.
 Sabah işe gitmek için bindiğim dolmuşta paramın üstünü alamamıştım. Bundan olamazdı mutsuzluğum. Hem zaten bende isteyecek kadar cesaret yoktu. Birkaç defa seslenmeye çalıştım. Ama sesim içime kaçtı, şoförün esmer kavgacılığını görünce. Hem alacağım parayla sakız bile alınmazdı. İlk durakta indim. Onu dahi ben diyemedim. Biri ineceğini söyleyince bende arkasından attım kendimi dışarıya. Bir iki durak erken inmemin ne sakıncası olabilirdi ki?  Sonra işten kovulduktan sonra oturduğum tekel bayii de hesabı fazla çıkarmıştı. Nerde bende hesaba karşı çıkacak yürek. Biraları bile elli defa teşekkür ederek istiyordum. Korkaktım ben. Yeryüzünün en korkak insanıydım ben. Belki diğer insanlar da korkaktı. Ama onlar bunu bir takım rollerle geçiştirmeyi bilmişlerdi. Ben bilmiyordum. Olduğu gibi hesabı ödeyip çıktım. Belki de hesap doğruydu. Kendi kendime böyle bir şey uydurmuştum. Yok,  hayır hesap yanlıştı ne içtiğimin çok iyi farkındayım. Ama olsun, ya karşı çıkınca kaba saba adamlardan yiyeceğim dayak. İyi ettim. Mantıklı olmak dayaktan kurtarır. Bir bira eksik bir bira fazla ne fark eder? Fark eder tabi. Bırakır mıyım beş liramı o hayvanlara. Evet, bırakırım. Nitekim bıraktım. Bundan da olamaz? Peki neden? İki gündür karşı balkonda halı silkeleyen otuzlu yaşlarda esmer bir hatun görüyorum. Her gün mütemadiyen dokuz çeyrekte balkona çıkar halısını çırpardı. Giydiği askılı giysiden taşardı memeleri. Kimi zaman onun da hoşuna gittiğini düşünerek, hayran hayran bakar dururdum. Bu sabah her ne hikmetse göremedim onu. Güne bombok başladım. Bundan olabilir miydi? Değil, değil! On üç yaşından beri düzenli depresyonda olan ben,  her şeye bir neden arama hastalığına da tutulmuşum da haberim yokmuş. Zaten o yaştan beri süre gelen bütün kötü olayların müsebbibi olarak hep kendimi görürdüm.  Cadde üstünde ölü yatan kediyi de ben ezmiş olamam, zira bir arabam yok! Peki neden? Neden? Allahın belası biram da bitti. Kaç tane içtim şu ana değin? Ne önemi var. Hala uyanıksan ve uyumayacak kadar iyi hissediyorsan kendini bira olmalı. Yok işte.  Bu saatte nereden bulunur hiç bilmiyorum. Ama denemek gerek. Nasıl denemek? Bu eve taşınalı iki gün oldu. Nereden nasıl temin edilir bilmiyorum. Saat sabah dört otuzyedi . Kapüşonlu hırkamı giydim ve parmak arası terliklerimle yağmurun daha demin ıslattığı sokaklara çıktım. Kaldırımlar ıslak ve kaygandı. Parmak arası terliğimle bale yapar gibi yürüyordum. Ortalıkta yağmurdan kaçışan birkaç kediden başka kimsecikler yoktu. İkinci sokağın dönemecinden dönerken bir taksi durağı gördüm. Önünde bir araç ve aracın içinde kocaman bir yarma uyuyordu. Çaresiz ona sormam gerekiyordu nerede bira bulabileceğimi. Ama adam ya aksi biriyse? Bu parmak arası terliklerle kaçamam da. Ben bunları düşünedurayım kendimi arabanın önünde buldum. Usulca ve rahatsız etmemeye çalışarak camı tıkladım. Duymadı. Tekrar ve biraz daha sert tıklamaya çalıştım. Hafif hareketlenir gibi oldu. Bir daha denedim. Galiba bu defa baya sert oldu. Adam üzerine su atılmış gibi yerinden doğruldu. Korkuyla geriye çekildim. Taksici kapıyı açıp arabadan indi. “Hayırdır birader, taksi mi lazım?” dedi. Ben o an korkudan altıma boşaltmadıysam çıkmadan hemen önce lavaboyu kullandığım içindir. “Pardon abi.” dedim. “Buraya yeni taşındım. İki sokak yukarıda oturuyorum. Buralara yakın bir büfe ya da benzin istasyonu var mı?” diye sordum. Ben, yeryüzünün en korkak adamı, bu cüssenin karşısında nasıl oluyordu da takılmadan konuşabiliyordum. Aklım almıyordu. Adam benim sorduğum sorudan çok hangi sokağa taşındığımla ilgilenmişti. “Hangi sokak? Menekşe mi?” diye sordu. Nerden bileyim daha yeni taşındığım sokağı. Bir yandan da bu muhabbeti sonlandırma gereği hissetmiş olacağım ki “Evet menekşe sokak.” dedim. “ Bahar marketin üstündeki boş eve değil mi?” dedi. Ne marketi ne evi! Tastamam çıldırmak üzereyim. “Evet, evet…” dedim. Adam başlamaz mı o evden çıkanları anlatmaya! “Çok iyi adamdı Hüsnü Amca. TCDD’den emekli. Oğlu eşindenboşanınca , çocuğunu Hüsnü Bey’e bırakıp apar topar yurt dışına kaçmış. Çalıştığı bankadan aşırdığı paralarla… Hüsnü Bey ve eşi beraber büyütmüşler zavallıcığı. Daha sekiz yaşında da düşmez mi organ mafyasının eline! Zavallı çocuğun ölüsünü Muğla da bulmuşlar. Adam perişan halde çocuğu alıp eve dönmüş. Tek emanetine sahip çıkamayan Hüsnü Bey, katlanamamış bu acıya ani bir kalp kriziyle hakkın rahmetine kavuşmuş. Eşi de yalnız kalınca kızının yanına Ankara’ya taşınmış. Eve de emlakçı bakıyor. Aldığı kirayı da her ay Hüsnü Bey’in eşine gönderir. Çok çekti Hüsnü Bey çok!” Yahu ne Hüsnü Beyi ne evi, ne çocuğu! Bana sadece nereden bira bulabileceğimi söyle! Tabi bunları içimden söylüyorum yoksa nerede bende o öd! “Vah vah çok yazık olmuş. Zavallı adama.” dedim. Taksici pervasız, “Tekin değil bu aralar, buralar. Geçen de bizim arkadaşlardan birini kıstırmışlar gece vardiyasında. Adam  taksicinin boğazına dayamış bıçağı bütün hasılatı istemiş. Yetmemiş teybi de sökmüşler. Ah bu adamlar bana düşecekti ki gösterecektim onlara. Ama hırsızlar da kurbanlarını seçiyorlar kardeşim. Bak yirmi üç yıldır şoförüm. Genelde de gece çalışırım. Tek bir defa başıma gelmedi böyle bir şey. Neme lazım araba da bulunduracaksın her zaman, sıkı ıslatılmış bir sopa birde bursa çakısı. Ne olur ne olmaz, dünya hali.” Artık yumruk atmamak için zor tutuyorum kendimi. Keşke spor ayakkabılarımı giyseydim. “Tabi abi.” dedim. Adam tam başka bir konuya daha girecekken “Abi benzin istasyonu demiştim.” dedim.  “Ha, o köşeyi dönünce bir tane var.” dedi. E be Allah’ın salağı desene evvelce! Yirmi sekiz dakikadır anlattın da anlattın ne kadar üçüncü sayfa haberi varsa. “Eyvallah!” deyip cevap vermesine dahi zaman bırakmadan dediği köşeye yöneldim. Ayağımda parmak arası terliklerin çıkardığı sesler beynime vurmaya başlamıştı ve dahası her yağmur damlasında biraz daha ayılıyordum. Köşeyi döndüm yeşil ışıklarla bezeli bir istasyon gördüm. Markete girdim. Alkol dolabına yöneldim. Ortalarda pek kimseler görünmüyordu. Dolaptan altılı bir paketi alıp kasaya yöneldim. Yine kimsecikler yoktu. Seslenmeye başladım. “Pardon, kimse var mı?” cevap yoktu. Dışarıda da kimseyi gördüğümü hatırlamıyorum. Ne iş? Biraz ortalıkta dolandım. Yan tarafta büro gibi bir bölme vardı. İçeri girdim. Kanepeye uzanmış yatan bir adam gördüm, yirmi beşlerinde… Usulca seslendim “Pardon!” Adam toparlandı yataktan. Bu defa olmaz deyip hemen lafa girdim. Malum taksici de yirmi sekiz dakikamı üçüncü sayfa haberleriyle çalmıştı. “Ben bira aldım da ödemesini yapacaktım.” dedim. Uykudan yeni uyanmış adam.“A, tabi.” dedi. Kasaya geçtik. Ücreti ödeyip geri yola koyuldum. Taksiciyle de tekrar görüşmemek için güzergâhımı değiştirdim. Ne demekti kardeşim katilim! Ne demek? Bir birayı paketten sıyırıp kafaya diktim. O vakit, terliklerimin çıkardığı ses dahi güzel gelmeye başladı. Usul usul boş sokaklarda yürürken anladım gecenin en güzel saatleri bunlar. Hemen bütün sokaklar boş. Tek çıt yok. Dahası gündelik koşuşturmadan eser yok. Saat, 04.53 hala içimdeki huzursuzluğun sebebini bulmuş değilim. Kaç bira oldu? Ne önemi var. Sokaklarda yürürken insan her şeyi düşünebiliyor. Mesela, neden kediler bu kadar özgür? Çünkü çalışmaları gerekmiyor çünkü kız arkadaşlarından ayrılmıyorlar çünkü doyduktan sonra mutlular. Ne önemi var. Bende de iş yok, bende de kız arkadaş yok. Peki ben neden mutsuzum? Tekrar aynı soruya döndük. Yolda yürümekten yorulup bir banka çöktüm. Elimde bira on altı dakikadır yürüyordum. Sevdim bu ambiyansı. Bir de galiba içtiğim biraların yorgunluğu bastırdı. Banka çöktüm yeni bir bira açtım. Yavaş yavaş içiyorken banka boylu boyunca uzanıp sızmışım. Birilerinin dürtmesiyle uyandım. Daha yirmi yaşına girmemiş eli yüzü kir içinde bir kaç tane  tinerci, para istiyorlardı benden. Üzerimde pek para kalmamıştı, birkaç ufaklıktan başka. Onları çocuklara uzattım. Yüzüme fırlattılar. “Dalga mı geçiyorsun sen bizimle!” dediler. Ayağımdaki parmak arası terliğe değdi gözlerim. Çocuklar tekrar, “Bize gerçek para ver yoksa seni öldürürüz.” dediler. Sahi öldürürler miydi beni, param yok diye? Daha ben bunları düşünedurayım çocuklardan biri işin ciddiyetini göstermek için cebinden çakısını çıkarıp boynuma dayadı. Soğuk bir metalin bende yarattığı korku müthişti. Ama yapacak bir şey yok. Kaçmak şansımı daha çıkarken kaybetmiştim parmak arası terliklerimi giyerek. Cebimdeki bütün parayı da biraya vermiştim. Eğer bu çocuklar bu konuda ciddilerse öldürülecektim. Bende ayağa kalktım bir hayvan içgüdüsüyle. Onlardan daha büyük görünürsem belki korkuturdum. Hem böyle süt çocuğu gibi konuşmayı bıraksam iyi olacak. Diklenmeye başladım. “Ne var lan! Para yok dedik defolun gidin ağzınızı burnunuzu kırmadan!” dedim. O aslan gibi böğüren çocuk haramiler kediye döndü. “Tamam abi ya ne kızıyon. Bozukları da versen yeter.” deyip uzaklaştılar. Bir bira daha açtım. Tıslamanın akabinde düşündüğüm şey bu güdünün tam yerinde nasıl geldiğiydi. Çünkü ben ezik konuştukça onlar daha da sertleşiyorlardı. Kendi katillerimi kendim yaratıyordum bir yerde. Hayvanlar âleminde yaşadığımızın en açık örneğiydi de bu. Bağırarak, cüsseyle bir sürü kavga kazanılabilirdi. Nitekim kazandım. Hayattayım. Ne hayat ama! Tekrar bir yudum aldım.  Özgüvenim birkaç dakikalığına şahlanmıştı. Ve bu özgüven tam da o dakika da gelmeseydi yarın taksicinin başka birilerine anlatacağı bir öykünün kahramanı olacaktım. Olamazdım. Çünkü canım çok sıkkındı. Ve bir sürü nedeni vardı. Elimde bira eve döndüm. Terlikleri çıkarırken yine aynı düşünce geldi aklıma. Ne demek kardeşim, katilim! Ne demek? Yatağa uzandım, sızmışım. Çalan telefona uyandım. Saat, 09.43.
 Kız arkadaşım ”Gitmeye hazır mısın?” dedi.
“Evet. Artık hazırım.” dedim.



*:Leonard Cohen’in Famous Blue Raincoat şarkısından bir cümle: How can i tell you my brother, my killer! How can i possible say?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder