24 Mayıs 2014 Cumartesi

OD DALAŞI - VEYSEL YAVUZ






                                                      INTRO


                    Bana iki eliyle bir cehennem vereceğini söyledi.


Söylediğini de yaptı. Yaptı yapmasına ama bir şeyi ihmal etmişti, o ateşin onu da yakabileceğini. Bunu bildiğimden, daha fikirken gerçekleştireceği bu eylem, üzülmeye başlamıştım. Benim de, kendimi bildim bileli, böyle bir mayam var: Beni yakmak için dahi elleriyle cehennemi getirene, sırf elleri yanacak diye üzülmek.
Sıkı sıkıya kavradığı cehennemin kulplarının canını yaktığı çok belliydi. Yüzünün kızarması... Kızaran yüzünden boşalan terler bütün bir Afrika’yı Amazon’a çevirmeye yeterdi. Ama o bırakmıyordu da. Israrla çabalıyordu. 13. adıma kadar kendimle ilgili en küçük bir tereddüt duymadan sadece şu önümde cereyan eden olaya bakıyordum. Hiç kıpırdamadan. Aradan geçen saniyeleri tüm saliseleriyle toplansa dahi toplamda birkaç dakikayı geçmeyen bu olayı, handiyse asırlarca sürüyormuş vurdumduymazlığı ile yaşayacaktım. 16. adımda yer ve gökte her şey dikkatle olaya kilitlenmişken, cehennem sol elinin azizliğine uğrayıp kayıverdi ellerinden. Bir nar patlaması gibi sağa sola dağılan ateşlerin arasında kendi de küçülmüştü, görünmez olmuştu. Son bir çare aramaya koyuldum:  dağ altları, ovalar, bütün ateş saçılan yerlerde... Nafile. Hiçbir emare bırakmamıştı gerisinde. Sanki bütün cehennemin ağırlıyla attığı her adımda yer daha da yumuşamıştı o da bu yumuşak zeminde batıp yitmişti.


16. adımda Büyük Dak onun bu yaramazlığını, onu bir toz bulutu haline getirip bütün evrene dağıtarak cezalandırmıştı. Çok sonraları inen melekler bütün bu olanları defterlere yazmış, gelecek için tastamam istiflemişlerdi. Birkaç dakikalık olay -16 adımlık- neredeyse yüzlerce cilde eksiksiz yazılmış ve her meleğin de kendi yorumunu eklemesiyle devasa bir arşiv temin edilmişti. Büyük Dak beğenmedi. Hemen bütün yazdıklarını ona getirmelerini emretti. Olay adına yazılan ne varsa, bir tekmil toplanıp alelacele arşive gömüldü. Yedi ateşte pişirilmiş demirler ile çevrili, nur duvarları arasında bir kafeste istiflendi. Dört bir yanına dört bin melek asker yerleştirip meleklerin bütün zihinlerini küçük bir el hareketiyle boşalttı Büyük Dak. Bir tek kişi hariç. O, sonsuza dek yeryüzünün en özgür insanına kafa tutan kişi, Büyük Rak, Büyük Dak'ın en büyük korkusu olmaya devam etti. Evrenler arasında binlerce yıl dolanıp durdu. Sol elinin inanılmaz acısıyla ve dudaklarında yeryüzünün en özgür insanından alınacak öcün alınacağı günün temennisiyle. Hala nerede olduğu, nasıl yaşadığı, neye dönüştüğü hiç bilinmeden.










I


Uzun uzun zaman önce, henüz kavramların olmadığı, bir dizi disiplinlerle bir takım varlıkların bir arada yaşadığı bir evrende, daha göğün gök, yerin yer diye isimlendirilmediği, zaman mefhumunun ay ve güneşle şekillenmesinden çok daha önceleri, Büyük Dak, Büyük Rak ve bir dizi mahlûkatın yaşadığı bir evrende, ben, yani evrenin en özgür adamı –ki daha sonraları bana böyle söylenecekti- açtım gözlerimi. Anlamsızlığın, boşluğun ve tekdüzeliğin kol gezdiği, benim türüm dışındakilere isim takma oyunlarıyla oyalandığım zamanlar… Her şeye sahip olduğum, üstün varlık saygısı gördüğüm zamanlar… Büyük Dak’ın son eseriydim. Alaşımımda toprak olduğunu Büyük Dak ve Büyük Rak’ın bir konuşmalarında duymuştum. Daha toprak denen şey hakkında pek bir şey bilmediğimden pek üstünde durmamıştım. Kendimce bir oyun bulmuştum sonsuz sıkılmışlığımda. Dışımdaki varlıklara isimler koymak gibi. Daha çok kavramsal isimler. Kendimin toprak denen şeyden yaratılmış olduğumu öğrendikten sonra, diğer varlıkların neyden yapıldığını araştırmaya koyulmuştum. Büyük Rak’ın yardımıyla ve engin bilgisiyle öğrendim, bu evrendeki varlıkların neyden yaratıldıklarını. Daha çok koyu renkler giyinen ve hepsinin müthiş bir kızıllığı olan ateşten yaratılmışlar yani Ateşîler ve açık renkler giyinmiş ışıklı olanlarıysa nurdan Nuranîler… Büyük Dak ise hepsinin yaratılış sebebiydi yani hem ateşten hem nurdandı. Onun hakkında pek konuşulmazdı. Her dediği bir tekmil yerine getirilir ve sonsuz saygı duyulurdu. Her sözü buyruktu, tartışmaya kapalı.



Büyük Dak’ın en yakınında Ateşîler’in lideri Büyük Rak olurdu her zaman. Bütün zamanlarını beraber geçirir, evrensel hesapları beraber yaparlardı. Ta ki ben yaratılana kadar. Büyük Dak benden sonra Büyük Rak’ı daha az arar daha az sorar olmuştu. Neredeyse bütün zamanını beni izleyerek, yaptığım yanlışları kendi üslubuyla düzelterek, yol göstererek geçirirdi. Kimi zaman da yasaklar koyup riayet etmemi büyük bir muziplikle izlerdi. Ben onun en büyük eğlencesi olmuştum. Tabi bu durum Büyük Rak’ın pek hoşuna gitmiyordu. Başlarda Büyük Rak ile çok iyi anlaşıyor olsak da, bu durum gitgide kötüye dönmeye başlamıştı. Gizli bir öfke büyüyordu içinde, Büyük Dak bana daha çok bağlandıkça. Büyük Dak elbette bunun farkındaydı ve fakat bayağı kendinden emin görünüyordu ve Büyük Rak’ın ileri gitmeyeceğini düşünüyordu. Ama geçenlerde benden sorumlu olan meleklerden biri Büyük Rak’ın Ateşîler’e yaptığı bir konuşmayı ağzından kaçırmıştı. Şöyle diyordu Büyük Rak konuşmasında: “Büyük Dak şu topraktan yaratılan melun varlığa iyice kaptırdı kendini. Bütün zamanını onu izleyerek, dinleyerek ona kurallar koyarak geçiriyor. Her şeyi artık o olmuş gibi. Aklından geçen çılgın fikirleri duymanız lazım. Bir sürü topraktan varlık yaratıp kendi aralarında olan ilişkilerini izlemek, kendinin büyüklüğünü onlarda seyretmek gibi…  Ne gerek varsa artık. Çıldırmış yahu! Bu da demek oluyor ki biz ona yetmiyoruz. Sohbetimizi, itaatimizi beğenmiyor.”



Büyük Rak’ı dinleyen Ateşîler çoktan, “Bu böyle gitmez!” diye homurdanmaya başlamışlardı. Büyük Rak devam etti: “Kim oluyor da şu topraktan yaratılan mahlûk bizim yerimize geçiyor, Büyük Dak’ın sevgisiyle hem de. Biz Ateşî’yiz, en kıymetliyiz buralarda, biz özgürüz, biz eğlendirir, biz neşelendiririz!”



Büyük Rak’ın alevleri iyice harlanmışken Ateşîler’den biri konuşmaya başladı: “Destur ver ey Büyük Rak! Destur ver de gösterelim şu topraktan yaratılan meluna Ateşîlerin hünerlerini. Gösterelim buraların en kıymetlisinin biz olduğunu. Daha da yetmezse Büyük Dak’ın gözünden düşmesi için oyunlar getirelim başına. Ne gerekiyorsa yapalım.”

“Sakin olun dostlarım. Sakin olun. Ben, Büyük Rak, elbette bir şeyler düşünürüm.” diyerek alevinin harı gibi sakinleştirdi kalabalığı Büyük Rak.



Bunları Nuranî arkadaşımdan duyduktan sonra içim burkuldu. En büyük dostum Büyük Rak’ı kaybetmek ve onun hakkımda böyle düşünüyor olması kahretmişti beni. Günler hareketsiz, eğlencesiz, keyifsiz geçip gitmişti. Büyük Dak bunun farkına varmış olacak ki yukarıdan, bir yılan postuna bürünüp, dinlenmekte olduğum elma ağacının arasından süzüle süzüle yanı başıma kadar gelmişti. Ağzımdan laf almaya çalıştığı aşikârdı. Ama ben pek sohbet havasında değildim. Sadece kısa tebessüm edebildim yüce yaratıcıma. Büyük Dak güneş kaybolana dek tebessümümün kıvrımını izleyedurdu sonrasında çaresiz tahtına geri döndü ve benim nasıl bu hale gelebildiğimi anlamaya çalıştı. Yanlış giden neydi? Kaç gündür neden böyle sessiz, sedasız, mutsuz duruyordum? Bunları anlamaya çalışıyordu Büyük Dak.

N’olmuş olabilirdi ki?





                                                                   




II

“Ben Büyük Dak! Eğlenmek için onu topraktan yarattım ve hakkı var bayağı da eğlendim. Şimdi de onu eğlendirmek için ona bir eş mi yapsam? Evet, evet! Bir eş yapmalıyım. Hem de sıkı sıkıya bağlansın diye onun bir parçasından yapmalıyım bu eşi. Dur bakalım eski dost Büyük Rak ne der bu işe?”



Büyük Rak’ı çağırmak için Nuranîler’den bir melek görevlendirildi. Melek alelacele yola koyuldu. Hemen kapısında bitti Büyük Rak’ın. Kapıyı nazikçe çalıp içeriden bir ses gelmesini bekledi. Ve nihayet açılan kapının ardında yorgun Rak’ın yüzü göründü. “Efendim, Büyük Dak sizi görmek istiyor.” dedi yüzü Büyük Rak’ın harıyla aydınlanan Nuranî melek.



Büyük Rak merakını gizlemeye çalışıyordu: “Neden? Yine canı sohbet mi çekti? Yetemez mi oldu topraktan yaratılan mahlûk, yoksa Büyük Dak ondan da mı sıkıldı?”



“Bilmiyorum efendimiz. Büyük Dak sizin gelmenizi istedi.”



“Tamam, tamam sen git.”



Büyük Rak iyice artan harıyla şimdi odada yalnızdır: “Ben olmazsam zaten bu çark dönmez. Anladı demek yanlışını yine bana döndü Büyük Dak. Anladı. Hem zaten bensiz bir şey yapamaz ki o. Büyük Dak’mış. Tek başına giriştiği topraktan mahlûk yaratma oyunundan da sıkılmış olmalı. Yine bana kaldın demek Büyük Dak Efendi. Şimdi çaresizliğini görelim. Neyse toparlanıp gideyim. İşin aslını öğrenmenin başka yolu yok nasılsa.”


Karalarını giydi. Yüzüne kudretli maskesini takıp evrenin kendinden önce aydınlanan koridorlarında yürümeye başladı. Katlar arasında yürüyüp Büyük Dak’ın tahtının bulunduğu odanın kapısına geldi. Büyük Dak’ın kapısında bulunan asker melekler saygıyla eğildiler. İki büyük kapı yerle göğün birbirinden ayrılması gibi açıldı. Bütün ukalalığıyla Büyük Rak girdi içeri.



Söze ilk başlayan Büyük Dak oldu: “Hoş geldin kadim dostum. Uzun zaman oldu. Nerelerde, ne hallerdesin?”



“Siz daha iyi bilirsiniz efendim. Efendimiz topraktan yarattığı mahlûkuyla ziyadesiyle meşgul olduğundan ben kulunuzu ihmal ettiler sanırım.”



“Hah ha… Sevgili dostum baya içerlemiş bu duruma. Yoksa topraktan yarattığım mahlukatı mı kıskandın?”



“Ne haddime efendimiz. Ben sadece eski sohbetlerimizi özledim. Beraber geçirdiğimiz zamanları…”



“Neyse… Sözün özüne gelelim. Buraya seni niçin çağırdığımı merak ediyor olmalısın? Haklı olarak. Bir konu hakkında fikrini almak istedim. Şu bizim topraktan yaratılan mahlûkla ilgili. Son zamanlarda baya sıkılmış, mutsuz gördüm kendilerini… Haliyle onu böyle görünce eskisi kadar eğlenemiyorum. Düşündüm de o gelince benim yalnızlığım bir nebze azaldı. Acaba ona da ona yakın bir yaren yaparsak daha mutlu olmaz mı?



“Bir tane daha mı topraktan mahlukat yapacaksınız?!”



“Bu biraz farklı. Sıkı sıkıya bağlansın diye onu, bizim topraktan yaratılmış mahlûkun bir uzvundan yaratacağım.”



“Ama efendimiz!..”



“Sözümü kesme! Onun mutlu olmasını istiyorum. O meraklı hallerini arıyorum. O her şeye isim koyan hallerini… Haliyle o mutlu olunca bende mutlu olacağım. Çok şey mi istiyorum?”



“Efendimiz her şeyin en iyisini bilir. Ama ben pek sıcak bakmıyorum bu duruma.
Zira ateşten ve nurdan yeterince kullarınız var. Topraktan mahlûklar birliğimizi zedeler diye korkuyorum.”



“Her şey benim istediğim gibi olur. Ve olacak! SEN SADECE BENİM MUTLULUĞUMU İSTEDİĞİNİ GÖSTER!”



“Tabi ki efendimiz siz nasıl isterseniz. Sizin mutluluğunuz beni de mutlu eder.”



“Yaratıcı meleklerimi çağırın! Topraktan mahlûkun bir eşini yaratmak için…”



Yaratıcı meleklere haber gönderildi. Melekler apar topar  Büyük Dak’ın fikrini hayata geçirmek için toplandılar. Fikirler tartışıladursun Büyük Rak bu olanlardan hiç hoşnut değildi. Zaten bir süre sonra da toplantıyı terk etti. Melekler topraktan yaratılan mahlûkun bütün dileklerini arşivlerden toplayıp üzerinde tartışmaya başladılar.

Tastamam şöyle geçiyordu bir dileği:
“Hep aynı, sürekli aynı, sıkıldım. Bomboş dolanmaktan sıkıldım. Büyük Dak istediği zaman konuşup istemediği zaman yalnız kalmaktan sıkıldım. Zaten en büyük dostum Büyük Rak’ı da kaybettim. Yalnızım, yapayalnız… Nurdan meleklerle olsam bile yalnızlığım geçmiyor. Ne olurdu benim gibi, benim türümde bir yoldaşım, arkadaşım olsa? Beraber koysak isimlerini şu yeni keşfettiğimiz nesnelerin.”


Dilek anlaşılmıştı. Bir eş istiyordu topraktan yaratılmış mahlûk, kendi gibi kendi türünden. Büyük Dak’a danışılıp hemen başladılar çamurunu yoğurmaya. Ona çok benzeyen ama eksik kalan yanlarını da tamamlayacak bir eş yaratmaya.











III

Topraktan yaratılmış mahlûk her şeyden bihaber yine elma ağacının altında dinleniyordu. O uyuyadursun yaratıcı melekler ondan bir parça alıp topraktan yaratılacak diğer mahlûkun çamuruna karıştırdılar. Topraktan yaratılan mahlûka karışıklık çıkmaması için Büyük Tog adını koydular. Eşine de, yüce efendilerinin de rızasını alarak, Büyük Hof diyeceklerdi.
Büyük Tog bütün sıkılmışlığıyla gözlerinin aralamaya çalışırken hemen yamacında tıpa tıp kendine benzeyen Büyük Hof’u gördü. Çocukça bir sevinç sardı dört bir yanını. Bir süre bir şey demeksizin sadece bakıştılar. Sonra heyecanla başını sağa sola, yukarı aşağı dengesiz hareketlerle çevirmeye başladı. Bu bir tür sevinme işareti olmalıydı ya da Büyük Dak’a bu eşsiz armağanı için teşekkür etmek istiyordu, aradı sağda solda, aşağıda yukarıda. Ondan bir iz, bir emare bulmak için. Şüphesiz çok teşekkür edecekti ona. Minnettardı yüce yaratıcısına. Büyük Dak, Büyük Tog’un bu çaresizce uğraşlarını görüp, her zamanki gibi yılan postuna bürünüp elma ağacının dalları arasında Büyük Tog’a doğru süzülmeye başladı:

“Sakin ol! Şüphesiz benim her şeyden haberim vardır. Yalnızlığından da… Sen benim en son uğraşımsın. Senin üzülmene sıkılmana dayanamam. Senin mutlu olman gerek benim de mutlu olabilmem için. Bu yüzden Büyük Rak ile görüşüp bu kararı aldık. Seni yalnızlıktan kurtarma kararını.”

“Büyük Rak mı? O nerede? Neden gelmiyor artık? Bir yanlış mı yaptım? Kırdım mı onu bilmeden? Ne olur tekrar gelse eskisi gibi dost olsak?”


“O iş biraz karışık. Doğru zamanda sana görünecektir elbet. Şimdilik sana Büyük Hof’u hediye ettik bizden artakalan zamanlarında eğlenebilmen için. Var git şimdi Büyük Hof ile evrenler arasında dolaş. Eğlen, mutlu ol. Büyük Rak’ı da zamana bırak…

Taşlar yerine oturunca her soru cevabına kavuşur nasıl olsa.”

“Çok  teşekkür ederim Büyük Dak ama Büyük Rak’ı da kaybetmek istemiyorum.”

“Doğru zamanı bekle”


Son sözünü süzülen sesiyle böyle tamamladı Büyük Dak ve usulca elma ağaçlarının dalları arasında gözlerden kaybolup gitti.
Bunca olan biten cereyan ededursun Büyük Rak olanlara bayağı içerlemiş, odasında bir ileri bir geri yürüyüp sağa sola küfürler yağdırıyordu. Tüm hizmetlerine rağmen Ateşî yardımcılarına hayatı zindan ediyordu. Ateşî yardımcıları ne yaparlarsa yapsınlar Büyük Rak’ın öfkesi bir türlü dinmek bilmiyordu. Büyük Dak bütün bu olan bitenlerden haberdar edildiğinde olaya geçici bir kıskançlık olarak bakıp olayın çok üstünde durmamıştı. Ama işin aslı hiç de öyle değildi. Büyük Rak, Ateşîlerin arasında büyük bir toplantı yapılmasını emretti. Emrettiği gibi bütün Ateşîler, bir tekmil, denilen yerde toplandılar. Heyecanla Büyük Rak’ın ne diyeceğini merakla beklemeye koyuldular. Ve Büyük Rak girdi:

“Büyük Dak şimdi de Büyük Hof’u yarattı çamurdan. Haliyle bütün eğlencesi onlar oldu. Ve artık kimsenin bizi ciddiye aldığı, önemsediği de yok. Bizim bizden başka dostumuz da kalmadı. Bugün çıkıp Büyük Dak ile konuşacağım artık. Bu oyuna bir son vermesi gerektiğini ya da artık buralarda barınamayacağımı açıkça ileteceğim ona. Ve ola ki buralardan gitmem gerektiği zaman, aranızdan gelmek isteyenlere dostluk, yoldaşlık kapım her zaman açık olacak. Gelen Ateşîler’le kendi hükümdarlığımızı kurup sonsuza dek beraber yaşayacağız. Ne dersiniz ey Ateşîler benimle misiniz!?”



Büyük bir coşku… Homurtular zafer nidalarına dönüştü. Dedikodu kazanı homurtularla çalkalanıp durdu. Ta ki Büyük Rak ilk defa Büyük Dak’ın yerine geçip kalabalığa kullarım diyene dek…

“Kullarım! Zorlu, çetin bir mücadeleye başlamak üzereyiz. Büyük Dak’ın daha fazla oyuncağı olmayacağız, daha fazla kendimizi çamurdan, topraktan yaratılmış mahlûklara ezdirmeyeceğiz. Benimle misiniz?”

Kalabalık tek ağız olmuş gibi “Seninleyiz!” diye bağırdı. Büyük Rak demire son suyu da katmak istiyordu:

“Benimle misiniz?”

“Senileyiz!”

“O vakit takılın peşime. Bu dakikadan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Zafer hak olunduğu üzre Ateşîlerin olacak.”

Bütün Ateşîler başlarında Büyük Rak, Büyük Dak’ın tahtına doğru yürümeye başladılar. Büyük Dak her şeyden haberi varmış gibi büyük bir haşmetle kapıyı açtı. Ve onların huzura toplanmasını bekledi. Suratında bir gülümseme ve sonsuz bir sessizlikle…

“Vay kadim dostum beni ziyarete gelmiş demek? Hem de bayağı kalabalık. Hoş geldin.”



“Pek hoş gelmedim efendimiz. Artık yeterince yorulduk şu çamurdan oyunlarınızdan. Şüphesiz biz Ateşî’yiz, biz daha kutsalız şu çamurdan yaratılmış mahlûklardan.”

“Haklı olabilirdin. Eğer nurumdan üflemesem onlara… Şimdi onlar kutsal tüm yaratılmışlardan.”



“Bu kadarı da fazla bunu kaldıramam artık! Ben ve Ateşîler, senin egemenliğini, senin dostluğunu terk ediyoruz.”

“Neden bunu sonra konuşmuyoruz, daha uygun bir zamanda!”

“Konuşulacak bir şey kalmadı. Bu oyunun içinde benim ve diğer Ateşîler’in yeri belli. Pek de yerimizin olmadığını sen kendin söyledin. Ben ve adına konuştuğum bütün Ateşîler çamurdan yaratılan mahlûkların bizden daha kutsal olmasını kabul etmiyoruz. Ve bütün hayatımızı şu çamurdan yaratılan mahlûkları mahvederek, lanetleyerek, onlara yanlış yaptırarak geçireceğimize senin huzurunda and içiyoruz! O zaman görebileceksin gerçek dostlarının kim olduğunu. O zaman arayacaksın beni ve diğer kullarını. İşte o zaman kimin daha kutsal olduğunu göreceksin!”

“Sen bunu nasıl yapacağını düşünüyorsun? Onları ben yarattım, kendi ruhumdan üfledim onlara. Şüphesiz benim dediklerimin dışına çıkmayacaklardır.”

“Var mısın denemeye?”

“Sen çıldırmış olmalısın! Kıskançlık hepten karartmış gözlerini. Şimdi karşımda durup bana diklenen eski dostum Büyük Rak olamaz! Seni tanımıyorum artık. Büyük Rak öldü. Var git ne yapmak istiyorsan yap, neyi denemek istiyorsan dene! Şimdi benden ne istediğini açıkça söyle?

“Sadece küçük bir oyun. Bu kadar güvendiğin kullarının acizliklerini gösterebilmek için sana küçük bir oyun istiyorum.”



“Oynayalım bakalım. Ne yapmamı istiyorsun?”

“Şimdi sen gidip çamurdan yaratılan varlıkların her gün altında dinlendikleri, beslendikleri ağacı onlara yasak edeceksin. Eğer bu yasağa uyarlarsa ben ve bütün Ateşîler onun ve senin yüceliğine boyun eğeceğiz. Ama bu yasağa uymaz acizlik gösterirlerse o ve onun soyundan gelenlerin hepsi benim kötülüklerime maruz kalacaklar.”

“Peki. Dilediğin gibi olsun. Ama kullarım benim dilediğim dışında işler yapmazlar.”





Büyük Dak her zaman olduğu gibi yılan postuna bürünüp, elma ağacının dalları arasında tıslaya tıslaya Büyük Tog’un dikkatini çekmeye çalıştı. Büyük Tog gözlerini açar açmaz Büyük Dak başladı anlatmaya.

“Artık bu ağaç, bu ağacın meyveleri, bu ağacın gölgesi yasak sana! Geriye kalan bütün evrende dilediğin yapabilirsin. Ama bu saydıklarım kesin yasak!”

Büyük Tog Bir anlam vermedi olan bitenlere: “Neden? Ne oldu ki? Ben bundan başka ağaç bilmem. Bundan başka ağaçtan beslenmedim. Bundan başka ağacın dibinde dinlenmedim. Neden bana böyle davranıyorsun? Artık seni mutlu edemiyor muyum? Sıkıldın mı benden, bizden? Neden teker teker terk ediyorsunuz beni? Önce Büyük Rak şimdi de sen.”

“Hayır, ben seni terk etmiyorum sadece senden istediklerime uymanı istiyorum. Sana verdiğim mükâfatı unuttun mu? Ona karşılık senden küçük bir iyilik istiyorum. Zamanı gelince zaten her şeyi anlatacağım sana. Şimdilik metanetli ol ve bana güven.” deyip usulca dalların arasında kayboldu Büyük Dak.

Büyük Tog’un içini bir kasvet, bir çaresizlik bürüdü. Ne yapacağını bilmez bir halde, telaşla, Büyük Hof’u uyandırıp her şeyi alelacele anlatmaya başladı:


“Sevgili Büyük Hof, Büyük Dak bugün rüyamda bana görünüp benden bir takım isteklerde bulundu. Açıkçası pek hoşumuza gidecek istekler değil. Ama Büyük Dak’a güvenmek dışında yapabileceğimiz bir şey de yok.”

“Neymiş istediği?”

“Bize bu dibinde barındığımız, meyveleriyle doyduğumuz, gölgesiyle dinlendiğimiz ağacı yasak etti. Şüphesiz o her şeye kâdirdir. Geriye kalan bütün evrende de özgürlük verdi. Şimdilik bize sadece kurala uymak düşer. Büyük Dak’ın işine akıl fikir ermez.”


Büyük Hof sessizce dinledi Büyük Tog’un söylediklerini. Elmanın gölgesinde bir süre sessizce bakıştıktan sonra koyuldular evrenler arasında gezmeye. Başlarda her şey yolunda gidiyormuş gibi göründü. Ta ki Büyük Hof’un canına tak edene dek:

“Yeter artık! Dayanamıyorum. Yoruldum ve sıkıldım ve acıktım. Ne zamana kadar sürecek bu oyun? Neden dolanıyoruz evrenler arasında? Neden elma ağacımızın altına gidip dinlenmiyoruz, bir şeyler yemiyoruz?”

“Artık oraya dönemeyiz. Söz verdim Büyük Dak’a. Biraz sabredelim, elbet vardır bir bildiği”

“Neden yasaklandı ki? Hem biz ne olacağız böyle, aç ve korumasız?”

“Büyük Dak her şeye kâdirdir! Sadece durup bekleyeceğiz.”

“Ben bekleyemem. Oraya gidiyorum. Orada karnımı doyuracağım, orada barınacağım. Hem ben Büyük Dak’a söz vermedim ki. Sen ister gel, ister gelme.” deyip yola düştü Büyük Hof.


Büyük Hof elma ağacının yanına gelir gelmez bir huzur kapladı içini. Bir elma aldı ağaçtan ve dinlenmeye koyuldu…








IV

Yağmur yağdı. Şimşekler, fırtınalar, grilikler, karanlıklar, üşümeler… Olan bitene bir anlam veremeden tir tir titremeye başladı. Büyük Tog yanlış bir şeyler olduğunu hissetti, apar topar elma ağacına doğru koştu. Büyük Hof korkmuş, büzülmüş, savunmasız kalakalmıştı olan biten karşısında. Büyük Tog, Büyük Hof’u da alıp kapalı, korunaklı bir yer aramaya başladı.  

Birbirlerinde olan değişikleri şaşkınlıkla izlemeye başladılar. Uzuvlarının farkına varıp, utanç içinde birbirilerine sırtlarını döndüler. Etraf sakinleşip gürültüler dinince Büyük Tog dışarı çıkıp neler olup bittiğine bakmak istedi. Her yer harabeye dönmüş, bütün güzellikler yok olmuştu. Hava soğumuş, gökyüzü daha önce hiç görmediği bir renge bürünmüştü. Hemen ilk gördüğü ağaçtan işe yarayabilecek birkaç yaprak koparıp mağaraya döndü. Bulduğu yapraklarla uzuvlarını örtüp, Büyük Hof’a da aynı şekilde örtünmesini söyledi. Bir süre sonra şartlar iyileşince başka bir barınak aramaya koyuldular. Daha sıcak, daha dar girişli bir barınak. En önemlisi beslenme kaynaklarına yakın bir barınak. Zira artık acıkmak, susamak; ısınmak, serinlemek gibi sorunlar baş göstermeye başlamıştı. Tenhaca bir yerde, dar girişli; onları şimşekten, yağmurdan ve soğuktan koruyacak bir mağara buldular. Mağaraya girip birbirlerine sokularak ısınmaya çalıştılar. Bir süre sonra bu fiil onları ısıtmış olacak ki başlarına gelen felaketleri anlamaya çalışır gibi birbirilerine derin derin bakmaya başladılar.

Sessizliği Büyük Tog bozdu: “Yanlış yaptık. Büyük Dak’ı çok kızdırmış olmalıyız. Yoksa bunca başımıza gelenler neden?”

Büyük Tog uzun süre boşluğu izledi. Büyük Hof ise merakla onu izliyordu. Bir süre sonra Büyük Tog başını yukarı doğru kaldırıp haykırmaya başladı:


“Konuş benimle! Konuş! Ben ne yaptım? Neden bana bunları yapıyorsun?”


Büyük Tog yoruldu, secde vaziyetinde yere kapaklandı. Büyük Hof da bir örtü gibi Büyük Tog’un üzerine kapandı. Gözlerinden sıvılar akıyordu. Bu da ilk defa başlarına gelmişti. Tadına baktılar. Tuzluydu. Şaşırdılar, bu ne olabilirdi ki? Geçen de barınak ararlarken su görmüşlerdi kendi başına buyruk akan. Bu da kendi başına buyruk akıyordu.


“Yaş” dedi birden “Gördüğümüz gibi, nehirdeki su gibi, yaş…” dediler bu bilmedikleri duygunun getirdiği gözyaşlarına…





Büyük Dak Büyük Tog’un kulağına fısıldadı:


“Yukarı gel. Yalnız başına...”

Büyük Tog bocaladı bir zaman. Bu seste nerden geliyor? Kim ki bu? Ses tekrarlandı:



“Yukarı gel! Yalnız…”


Büyük Tog daha fazla dayanamayıp bulundukları mağaradan dışarı çıkıp tepeye doğru yürümeye başladı. Çok uzun zaman yürüdü. Yoruldu, hastalandı, uyudu. Ama hep yürüdü ve hep kulağında aynı ses vardı:


“YUKARI GEL!”



Tepenin en yüksek yerine geldiğinde artık yürüyemeyecek haldeydi. Koca bir kayanın dibine çömeliverdi. Birden bir ışık patladı önünde.

“Sana o ağaca gitme dedim. O meyveden beslenme.” Büyük Dak hem kızgın hem de sitemkârdı.

“Ben gitmedim ama Büyük Hof’a söz geçiremedim. Çaresizdik, açtık!”

“O ağaç ben ve Büyük Rak arasında bir antlaşmaydı. Çok güvenmiştim sana. Yüzümü kara çıkardın. Artık yalnızsın! Senin Büyük Hof’tan başka kimsen yok. Ve kötü bir haberim daha var: Büyük Rak yaşadığı sürece sana ve soyuna lanet getirecek.

Artık bu dünya denen yerde yaşayacaksın. Ölümlüsün. Acıkacaksın, üşüyeceksin, yorulacaksın, yaşlanacaksın, kirleneceksin. Büyük Hof’tan çocukların olacak sevişecek, üreyecek, çoğalacaksın. Gün gelecek beni dahi unutacaksın.
Senin için bundan böyle hiçbir şey yapamam. Sadece bir öğüt verebilirim sana, kulağına küpe olsun: Büyük Rak senden öcünü nasıl olursa olsun alacak. Dikkatli ol!”



Büyük Tog efendisinin bahsettiği tehdidi duymamış gibiydi, aklı hala aynı sözlerde takılıp kalmıştı: “Artık yalnızsın!” Söylemek istediği onca söze karşın Büyük Tog iki dudağını birbirinden ayıramıyordu. Kurumuş dudakları bir daha açılmayacak gibi yapışmışlardı. Sustu Büyük Tog, çok uzun süre sustu. Kulağında hep aynı sesle geldiği yolu geri döndü:


“Artık yalnızsın!”


Büyük Tog kulağındaki sese alışmışlığıyla vardı mağaraya. İninde iki büklüm yatan Büyük Hof’a baktı. Ne kadar masum ne kadar da güzel görünüyordu. İçin de tarif edilmez bir duyguyla ona sokuldu. Büyük Tog’un başına her ne geldiyse şurada kıvrılıp masum masum yatan Büyük Hof’tan dolayı değildi, olamazdı. Şüphesiz kendi payı da vardı ve külfeti ikiye bölünmeliydi bütün bu yaşananların. Büyük Hof hiçbir şey sormadı. Sımsıkı sarılıp sıcak bir rüyaya daldılar.


Çok uzun zaman uyudular. Uyandıkların da acıkmışlardı ve ilk defa kötü kokuyorlardı. Maruz kaldıkları bunca felaketten sonra kötü kokmaları anlaşılmaz değildi elbet ama onlar bu duyguya yabancıydılar. Hiç kirlenilmeyen, acıkılmayan bir yerden gelmişlerdi. Buna da alışıp bununla yaşamanın bir yolunu bulmalıydılar. Dışarıya çıktılar ürkek hayvanların inlerinden çıktıkları gibi. Çıkıp dolanmaya başladılar. Ağaçlar gördüler. Sular, dağlar, masmavi bir gökyüzü, koyu tonlarda kayalar… Bu başlarına gelen talihsizlik belki de yeni bir talihin kapısını açmıştı onlara. Ama şimdilik… Ta ki Büyük Rak ve tüm Ateşîler…











V

Büyük Hof’un elmaya attığı ilk ısırıkla beraber gökler üstünde muntazam bir zafer kutlaması başlamıştı. Bir cümle Ateşîler bu iddiayı kazanmanın gafletiyle gökyüzünde gününü gün ediyordu. Kutlamaların ilk coşkusunu yitirmesine yakın bir anda Büyük Rak kalabalığa hissettirmeden Büyük Dak’ın huzuruna çıktı:


“Artık ben ve ateşiler yeryüzüne ineceğiz. Kullarına ne kadar yapılmaması gereken şey varsa yaptıracağız. Bunun karşılığında senden onları cezalandırmanı istiyorum. Bunu iddiayı kazandığım için bir mükâfat say. Bu belki çok acı olacak ama onları senin cezalandırmanı istiyorum. Hak ettin sen bu çamurdan yaratılmış mahlûklara bu kadar güvenerek. Şimdi koca bir kazana ateş dolduracağım. İşlediği günahlar kadar cehennemde onları sen yakacaksın. Acı olacak ama antlaşma antlaşmadır.” deyip koca bir kahkaha patlattı Büyük Rak. Büyük Dak büzüşmüş, küçücük olmuştu ama dürüstlüğünden taviz vermeyecekti. İsterse bir çırpıda Büyük Rak’ı alaşağı edebilecekken bu isteğine de boyun eğmişti. Sadece bir şey istedi Büyük Dak: Eğer günah işlemeyecek olanlar çıkarsa onları da kendi cennetinde mükafatlandıracağını söyledi.
Büyük Rak’ın koca kahkahası yerini kazananlara has çirkin bir tebessüme bırakmıştı:


“Tabi ki. Çıkarsa böyle kulların neden olmasın.”



Şartlar kabul edildi. Koca bir kazana ateşler istiflendi. Ve ilk günahın cezasını verebilmek için beklemeye koyuldu tüm ateşiler.





Büyük Tog ve Büyük Hof uçsuz bucaksız dünyada bir aşağı bir yukarı savruladurdular. Yeni ağaçlar gördüler. Yeni meyveler, yeni hayvanlar, yeni yapılar… Ama hiç biri geldikleri yerdekilerle kıyaslanamazdı. Ve bunlar tükeniyordu. Havanın değişmesi, gece-gündüz, iklimin değişmesi, yağmurlar, güneş her şey çok yabancı geliyordu onlara… Buna rağmen bir yerinden tutunmaya çalışıyordular dünya denen yerden hayata. Gel zaman git zaman Büyük Hof’un karnı şişmeye başladı. Bu değişikliği hemen fark etti Büyük Tog, ne olduğuna anlam veremedi. Hemen secdeye vecdedip Büyük Dak’a yakarmaya başladı:


“Ey Büyük Dak! Senden gelen her şey baş göz üstüne. Ama bu yaptığın reva mı? Göbeği şişti. Midesi bulanıyor. Çabuk yorulup çabuk acıkıyor. Ne yapacağımı bilemiyorum.”



“Yardım et!
Yardım et!

Yardım et!”

Yine Büyük Tog’un kulağında bir fısıltı:



“Kalk yerden, yukarı gel!”



Apar topar denileni yapılmaya koyuldu. Koşar adımlarla, heyecanını bastıra bastıra denilen yere çıktı. Sağa sola, yukarı aşağı bakmaya başladı:



“Nerdesin Büyük Dak?  NERDESİN!?”



Hemen önünde bitiveren aydınlıktan bir ses geldi:



“Sakin ol!”



“Nasıl sakin olayım? Büyük Hof eskisi gibi değil. Değişiyor. Her geçen gün daha da güçsüzleşiyor. Korkuyorum. Ne olur yardım et!”



“Sakin ol! Biz seni oğulla muştuladık. Senin kanından, senin canından bir oğul... Sen ve Büyük Hof’un bir meyvesi, bir eğlencesi olsun istedik. Üremeni, çoğalmanı daha çok beni anmanızı istedim. Daha mutlu olup beni daha mutlu etmenizi…”



“Nasıl yani? Benim bir çocuğum, bir yavrum mu olacak? Hayvanlarda olduğu gibi…”



“Evet. Bu ilk çocuk. Sen ve Büyük Hof’a benzeyecek. Ama daha savunmasız, daha korunmaya muhtaç olacak. Benim seni ve Büyük Hof’u koruduğum gibi, esirgediğim gibi sende onu koruyacaksın, esirgeyeceksin! Bana inanan, bana güvenen bir insan yetiştireceksin. Şimdi gidip Büyük Hof’a da sen muştula bu güzel haberi.”

Büyük Tog heyecandan ne yapacağını bilmez bir halde Büyük Hof’a doğru koştu. Yetişir yetişmez başladı her şeyi bir çırpıda anlatmaya. Büyük Hof şaşırdı. Dudaklarından tek bir söz döküldü:


“Büyük Dak her şeye kadirdir!”



Büyük Rak yukarıdan olanları izleyip, içten içe, nasıl bozacağının hesabını yapmaya koyuldu. Nasıl bir yol izlemeli de o çocuğun doğmasına mani olmalıydı? Büyük Tog’u bu kadar sevindiren fikri nasıl bozabilirdi? Bütün Ateşî komutanları topladı. Yeryüzünde kullanabilecekleri ne kadar kötülük varsa yapılmasını istedi. Uzun uzun toplantılardan sonra akıllarına Büyük Tog’u ziyarete giden yılanın postuna bürünüp Büyük Hof’u zehirlemek geldi. Bu çok iyi bir fikirdi. Zira bir taşta iki kuş vurabilirlerdi. Hem Büyük Tog’dan hem de Büyük Dak’tan öçlerini alabilirlerdi. Hemen harekete geçtiler. Büyük Tog’un bahçe işleriyle uğraştığı bir sırada Büyük Hof bir ağacın altında dinleniyordu. Yılan postuna bürünüp usulca ağaç dalları arasında süzülüp gelen Ateşî, Büyük Hof’u tam da göbeğinden zehirledi. Acıyı bir anî darbe gibi içinde hisseden Büyük Hof’un çığlığı patladı Büyük Tog’un kulaklarında. Feryat figan Büyük Hof’a koştu. Ağacın dibinde Büyük Dak’ın postuna bürünmüş yılanı görünce dünya başına yıkıldı. İki elinin arasında sımsıkı tutuğu Büyük Hof bağırmayı kesmiş, göz bebekleri küçülmüş, kımıltısız duruyordu.
Büyük Tog’un feryadı bütün dağlarda, bütün ovalarda, bütün dünyada salınıp durdu. Cümle otlar çürüdü, hayvanlar olduğu yerde son nefesini verdi. Büyük Tog dışında canlı tek bir varlık kalmadı yeryüzünde. Gökyüzü Büyük Tog’un bu çaresizliği ve öfkesi karşısında dona kalmıştı. Tek çıt çıkmıyordu. Hayata dair, yaşamlılığa dair tek emare kalmamıştı!
Bir tek Büyük Tog ve onun sonsuz öfkesi…



Büyük Rak bütün bu olayları bir bir günah defterine işlemeye başlamıştı. Bundan büyük mutluluk olamazdı. Büyük Dak’ın en güvendiği kulu tarafından bunca küfre maruz kalması

keyfine keyif katıyordu. Büyük Dak onca gücüne onca kadrine rağmen çaresizdi. Evet, Büyük Dak çaresizdi. Büyük Rak’ın bu kadar ileri gidebileceğini asla düşünememişti ve sanki istediğini de almıştı.



Büyük Tog uzun uzun zamanlar, hep aynı öfkenin donukluğuyla kalakaldı. Büyük Dak şüphesiz ki tüm olanları görüyordu, biliyordu. Uzun uzun zamanlar Büyük Tog’un bu öfkesine bakadurdu. Büyük Rak’ın kusursuz işleyen bu oyunu her şeyi mahvetmişti. Bir çare olamalıydı!


Yerler âlemi de gökler âlemi de aynı suyun hamuru, aynı hamurun ekmeğiydi. Büyük Dak bir Büyük Rak kurnazlığı yapıp harap olmuş, gözlerinin avurtları içine düşmüş, üstü başı paramparça, saçları yoluk bir halde  Büyük Tog’a görünmeye karar verdi. Büyük Tog’u bütün bu olanları kendisinin yapmadığına ikna etmeliydi. Büyük Dak bu kararın işe yarayacağına emin olmuşken bir an durdu. Bir şey hatırlamıştı. Büyük Tog’a harap bir halde görünmeye gerek kalmayacak bir görüntü. Büyük Rak’ın oyununu bozacak bir donuk fotoğraf: Büyük Hof ağacın altında zehrin damarlarındaki dolaşımıyla kıpırtısız dururken Büyük Hof’un yanı başında onu zehirleyen yılanın ölüsü…Büyük Dak’ın postuna bürünmüş yılan Büyük Hof’u zehirlerken kendi de ölmüştü. Büyük Rak’ın bu ayrıntıyı kaçırması bir an Büyük Dak’ı gülümsetti. Büyük Dak ölümsüzdü!


Büyük Dak, içindeki öfkeyle taş kesilen Büyük Tog’un eşiğine doğdu bütün nurdan parlaklığıyla. Büyük Dak ve Büyük Tog bir süre bakıştılar. Sessiz, hiç kıpırtısız… Büyük Tog’un bakışlarındaki kin, kan çanağına dönmüş gözlerinden ateş olup bütün yeryüzünü duman etmeye yeterdi. Büyük Dak bunun bilerek bir süre daha konuşmadan durdu.
Yüz binlerce yetenekli meleğin kayıt altına alamayacağı bakışlar… Büyük Dak son muhteşem eserinin düştüğü hale baktı, baktı, baktı. Kendi de haraptı, kendi de suçlu… Zira daha önce anlatsa Büyük Rak’ın Büyük Tog hakkındaki düşüncelerini belki şu anda bu yaşananların hiç biri olmayacaktı.


Hafif bir rüzgar esti, ağacın kurumuş yapraklarından hışırtılar duyuldu, Büyük Tog’un donmuş bakışları önce ağaca kaydı, sonra kurumuş dudakları belli belirsi kıpırdamaya başladı:

“Neden? Ne istedin bizden, daha nasıl oyunlar oynayacaksın bize? Bana bu dayattığın çaresizlikle, kaybetmişlikle nasıl seni daha iyi anarım? Nasıl bakabilirim sana bu gözlerle? Koca bir çocuksun sen! Hiç büyüyemeyecek bir çocuk. Zavallısın sen. Benden daha çaresiz! Sen kendi eksiklerini başkalarının fazlalıklarıyla dolduran bir bencilsin! Türlü oyunlarla hayatımıza kasteden bir cani! Sen önce sevindirip sonra üzen, sen önce verip sonra alansın! Şefkatli kolların yalan senin, korumacılığın yalan. Her şey senin tekelinde değil mi? Her şeyi sen yaratmadın mı? Nedir bu riyakârlığın, bu doymak bilmezliğin! Neden insanların çaresizliğinden beslenen bir yaratığa döndün? İnanmıyorum artık ne sana ne senden geleceklere!”



Rüzgâr daha hızlı, ağacın hışırtıları daha sert… Büyük Tog kesik bir yutkunmadan sonra devam etti:

“Pişkin pişkin karşıma geçip ne duymayı bekliyorsun hala? Kazandın, kazandınız iddianızı. Mutlu musun? Yeterince mutlu edebildi mi sizi bunca olanlar? Ama yetmez değil mi? Burada durmanızdan belli, daha doymadığınız. Daha neler yapmayı düşünüyorsun? Nasıl oyunlar var sırada?”

Büyük Dak taş kesilmiş dinliyordu. Ne gittikçe kontrolden çıkan rüzgâr ne de ağacın yerinden çıkacakmış gibi bir sağa bir sola savruluşu… Büyük Dak’ın gözleri sadece Büyük Tog’un iki dudağında, öfke dolu gözlerindeydi. O, bir zamanlar neşesiyle onu eğlendiren, inancıyla maneviyatını güçlendiren, dediğinin dışına çıkmayan Büyük Tog’a neler olmuştu böyle? Büyük Tog nefret kusuyordu. Nasıl bir çift söz bulup kendini aklayacağını düşündü. Artık bu olayları çözmek için konuşmak zamanıydı zira her saniye Büyük Tog’u daha da hiddetleniyordu. Konuşmaya ilk başladığında belli belirsiz bir hırıldama gibi duyuldu Büyük Dak’ın sesi. Sonra kuruyan boğazını temizledi, devam etti:

“Konuşacak sözcükleri zorlukla bir araya getiriyorum. Bu canının yanmışlığı karşısında ne söylenir, ne denir? Acını ne hafifletir bilmiyorum ama ne olur dinle. Sonra ne istersen yaparsın. Ben Büyük Dak! Yeryüzünün, gökyüzünün ve bil cümle varlıkların yaradılış sebebi… Bu düştüğüm acizlik karşısında beni dinlemeni bana güvenmeni diliyorum.

Seni yaratma sürecimde başlarda Büyük Rak bunu geçici bir heves olarak görüyordu. Büyük Dak ve Büyük Rak olarak seni mükemmel yarattık. Heyecanlı, keşif yönünün açık olması şüphesiz bizi de heyecanlandırıyordu. Çünkü sen de bilirsin bu boşluğun sonsuz lanetini, bir zaman sonra dayanılmaz bir sıkılmışlık yarattığını. Geçen zamanla sana daha fazla bağlanmam benim ve Büyük Rak’ın arasını açtı. Haklıydı Büyük Rak,  artık eskisi gibi görüşmüyor, derin sohbetlere dalamıyorduk. Uzun zaman bu boş evrenlerde Büyük Rak’dan başka sığınacak limanım yoktu. Ta ki sen gelene kadar… Haliyle kıskandı. Ama ben hiçbir zaman bu kadar ileri gidebileceğini düşünemezdim. Başlarda geçici bir oyun gibi geldi Büyük Rak’ın benden istedikleri. Bilirsin muzip oyunlar da olmazsa buralarda eğlenecek başka bir şeyimiz yok. İddiayı ben kaybettim. Ben yani Büyük Dak olarak ben, bu lanet oyunun külfetini Büyük Rak’ın istediği gibi yerine getirdim. Getirmek zorundaydım. Yoksa bu âlemde nasıl saygı duyulurdu bana? Bir yerde bu senin başına gelenlerde benim de payım büyük. Kabul. Ama yeryüzüne kötülüğün gelmesi Büyük Hof’un elmayı yemesiyle başladı. Ben uyardım seni ve artık korumasız olduğunuzu da söyledim. Büyük Hof’u zehirleyen de ben değildim. Benim seni ziyarete geldiğim yılan postuyla Ateşîlerden bir komutan senin eşini zehirledi. O yılanın ben olması imkansız çünkü ben ölümsüzüm ve karşındayım. O ise yerde yatıyor hala. Bu da Büyük Rak’ın bir oyunuydu, bir taşta iki kuş vurmak istedi ve galiba istediklerini de aldı. Ama şartlar değişti şimdi. Bu kadar ileri giderek iyice haddini aştı Büyük     Rak. Sen nasıl bir öç almak istersen senin yanında olacağım. Gerekli imkânı sağlayacağım. Ama ne olur bunu benden isteme çünkü aramızda bir antlaşma var.

Ben Büyük Dak! Yeterince büyük değilmişim ki şimdi karşında senden af diliyorum. Ve ne istersen, ne yaparsan hiçbir soru sormadan onaylayacağımı bilmeni istiyorum.”



Büyük Tog tek kelime edemedi. Oraya yığılıp kaldı. Yorgundu. Uzun zamandır dinlenmemiş, yememiş içmemiş içinde kin ve öfke biriktirmişti. Şimdi aklında Büyük Rak’dan öç almak dışında hiçbir şey yoktu. Büyük Dak’ın da desteğini aldığına göre artık bir şeyler yapmanın zamanı gelmişti.
Kısasa kısas isteyecekti Büyük Rak ile. Bir düello: Bütün yaratılmışların şahit olacağı büyüklükte bir düello… Bütün yaşanmış acıların öcünü alıp ruhuna huzur vermek için bir düello…

 Ne yapmalı, nasıl yapmalı da Büyük Rak’a tüm bu yaşattıklarını ödetmeli? Bütün bunlar aklında dönedursun diğer yandan Büyük Rak ile yaşadıkları da gözlerinin önünden geçmiyor değildi. Dünyanın en özgür insanının ilk yaveri, ilk dostu olan Büyük Rak şimdi ne hallere düşürmüştü bir zamanlar üstüne titrediği Büyük Tog’u. Her şeyini elinden almış, onu sonsuz yalnızlığa mahkûm etmiş, acılar içinde kıvranmasından zevk duymaya başlayan Büyük Rak şimdi de Büyük Tog’u günahlarından dolayı yakacağı günün özlemini duyuyordu. Bu nasıl bir öfke? Tüyleri ürperiyordu. Korku…

Büyük Tog bu açmazdan nasıl kurtulacağının hesaplarını yapmaya koyuldu. Önce Büyük Rak’a kötülük yapmayı düşündü. Büyük Dak’tan bunu istese şüphesiz Büyük Dak bir yol bulabilirdi. Ama bu, Büyük Tog’u tüm mahlûkatlara karşında haklıyken haksız duruma düşürebilirdi. Evet, evet! Düello en iyi fikirdi. Zira olanları cümle mahlûkat da iki taraflı dinleyecekti. O zaman sonuçlar herkesin rızasıyla gerçekleşmiş görünecekti. Buna kimsenin şikâyeti olmazdı. Olmadı da:







VI


16 adımlık düello…
Bir divan kurulacaktı: “Acıları Kusma Divanı” Belirlenmiş bir zamanda, başlarında Büyük Dak, bütün Ateşîler ve Nuranîler toplanıp Büyük Tog ile Büyük Rak arasındaki husumeti karara bağlayacaklardı. Bunu hemen Büyük Dak’a bildirdi. Büyük Dak şaşırdı. Bir an bunun zor olacağını düşündü. Çünkü Büyük Rak ve Ateşîler büyük bir zafer kazanmışken bu düelloya gelmezdi. Ama öç almanın heyecanıyla kendinden taşan Büyük Tog bunu da düşünmüştü:

 
“Şüphesiz Büyük Rak bütün kazançlarının arkasına saklanıp divana gelmezse ondan beklediğimi görmüş olacağım. Ne kadar korkak olduğunu benimle beraber bütün Ateşîler de görebilecektir. Büyük Rak bu kadar aptal olamaz. Gelecektir. Büyümüş egosuyla, kazanmanın gafletiyle…”


Büyük Dak düelloyu hemen ilana  çıkarttı. Herkesi yer ile gök arasındaki kum saati boşalana değin kurulacak acıları kusma divanına toplayacaktı. Yavaş yavaş gelmeye başladılar. İlk gelenler elbette Nuranîlerdi. Kum saati büyük bir hızla son kumları aşağıya boşaltmaya devam ediyordu. Derken Ateşîlerden bir komutan ve askerleri içeriye girdiler. Bu komutan ateşiler arasında en korkulan, en gaddar komutanlardan biriydi. Onun gelmesi divana olan cezbi daha arttırmış olacak ki sırasıyla bağımsız Ateşîler de gelmeye başladı. Mahşeri bir kalabalık alana doluşmaya başladı. Mahşeri bir gürültü ve mahşeri bir merakla…
Büyük Rak’ı da durumdan haberdar ettiler Ateşîler: Divan toplanmıştı ve en büyük komutanlar da oradaydı ve tabi bağımsız Ateşîler de. Büyük Rak gitmezse Ateşîlerin gözünde bir korkak olacaktı. Bunu kabul edemezdi. İşler bunca yoluna girmişken saygınlığından ve
zaferîliğinden taviz veremezdi. Vermedi de hemen atını hazırlamalarını emretti. En haşmetli giysilerini giydi. Büyük, siyah ateşten atların çektiği, eteklerinden ateş ve korların döküldüğü arabasıyla acıları kusma divanın olduğu yere dörtnala sürüyordu ateşten arabasını. Ateşten arabasıyla dörtnala evrenler arasında ilerlerken bir anda haberi ilk duyduğu andaki huzursuzluğundan sıyrılıvermişti. Haşmetlilerden haşmetli giysilerini seçerken kazandığı zaferin yerle bir olacağı tehlikesini hissetmişti. Ama şimdi, bir evrenden diğerine geçerken, hiç bilemediği bir sebepten kurtuluvermişti bu histen. Hatta zaferine zafer, gücüne güç katıp bütün bu büyüklüğünü Ateşîlere ve Nuranîlere gösterebileceği şansı verdiği için Büyük Tog’a minnettardı. Şimdiyse neden böyle bir divanın kurulmuş olabileceğini düşünüyordu. Büyük Tog bunca acısı varken hala nasıl böyle zararsız bir öç alma girişiminde bulunabilirdi. Hem de arkasında Büyük Dak’ın da desteği varken, istediği her şeyi yapabilecekken. Aklı almıyordu. Zaten her şey olacağına varacaktı birkaç saate. Ateşten arabalar aklın alamayacağı hızla ilerlerken, gidelim de Büyük Dak ve Büyük Tog’un karın ağrısı neymiş öğrenelim, diye haykırdı evrenler boşluğuna..
Atların ağızlarından ve burunlarından çıkan alevler, yelelerinden dökülen korlar geçilen yerlerdeki tüm hayat belirtilerini sonsuz bir sessizliğe ve  karanlığa dönüştürüyordu. Daha hızlı! Daha hızlı dedikçe kendine güveni artıyor kendini tüm evrenin tek sahibi olarak görmeye başlıyordu. Büyük Rak divanın olduğu evrene yaklaşınca bir uyarı aldı: Arabası divana daha fazla yaklaşamazdı. Zira dökülen alevler ve korlar Ateşîler dahil divana katılanların tümünü yakabilirdi. Büyük Rak bu fikri sevmedi. Hemen divanda bir gökler penceresinin açılmasını istedi yoksa nasıl gösterecekti bütün haşmeti ve büyüklüğünü divanda bulunanlara. Başlarda buna hiç sıcak bakmadılar. Hemen Büyük Dak’a gidip durumu anlattılar. O esnada Büyük Rak’ın atları şahlanıp sağa sola alevler ve korlar saçıyordu. Büyük Dak çaresiz kabul etti. Divanın tam tepesinde iki pencere açılıverdi. Herkes şaşkın şaşkın ne olduğuna bir anlam veremeden gökler penceresini izlerken Büyük Rak’ın kızgın atları belirdi gökyüzünde ve elbet bütün haşmetiyle Büyük Rak.
Bütün Nuranîleri bir şaşkınlık bir korku salmışken, Ateşîler daha da böbürlenerek alkışlar ve sloganlarla yeri göğü inlettiler. Bir süre böyle devam ettikten sonra Büyük Rak kara büyülerle kaplı tahtıyla divandaki yerini aldı. Bütün varlıklar ona kilitlenmişti. Kalabalık arasında dedikodular başladı, şüphesiz bunların farkındaydı. Daha da hoşuna gidiyordu bu duydukları: herkesin ondan konuşması, tüm varlıkların onunla ilgilenmesi. Büyük Rak da sonunda bu eksik yanını doyurmayı becermişti. Artık ona göre en büyük o idi! Büyük Dak ise yaşlı bir yaratıcıdan başka bir şey değildi. Ortalığa yaygara tamamen hâkim iken Büyük Tog girdi divana. Yaşadığı bütün kötü zamanların yorgunluğuyla, üstü başı kir içinde, gözleri kan çanağı, ağzından tek bir laf alınması için binlerce tanrıya dua edilmesi gerekiyormuş gibi, insanca küçük adımlarla divana girdi. Bir anda bütün dedikodular sustu, bütün böbürlenmeler. Bütün haklılıklar Büyük Tog’un bu halde içeri girmesiyle bir haksızlığa dönüştü. Çünkü karşılarında gördükleri çok kötü bir heykeltıraşın elinden çıkmış bir taş kütlesini anımsatmıştı divanda hazır bulunanlara. Büyük Rak bütün büyüklüğüyle tahtına kurulmuş sağa sola küçümseyici bakışlar fırlatadursun Büyük Tog’un geldiği hal onu da korkutmuştu. Zira bu halde bile iyiliği elinden bırakmayan Büyük Tog’a bir saygı duymaya başladı. Divandakilere belli etmeden elbette.
Büyük Tog sessiz hareketlerle yerine kuruldu. Divana bir sessizlik hakim oldu.
Şimdi herkes Büyük Dak’ın gelip divana hakemlik etmesini bekliyordu. Büyük Dak, Büyük Rak’ın geliş seremonisine baya içerlemiş olacak ki, egosunun tahriki altına girmişti. Elbette o divana Büyük Rak’tan daha haşmetli girmeliydi. Hemen altından arabasını hazırlattı. Gümüşten tekerlekleri ile süzülen altın araba geçtiği her yere arabaya bağlı boynuzlu bronz atların yelelerinden ilkbahar saçıyordu. Büyük Dak haşmetli zırhını üzerine çekmiş, sandaletlerinde sonsuz güç dualarıyla gök penceresinden görüldü. En büyüğün o olduğu şüphesizdi. Zira hem             Nuranîler hem Ateşîler bu büyüklük karşısında donakalmışlardı. Herkes sus pus olup sadece olanları izliyordu. Büyük Dak atından kıvrak bir gençlik hareketiyle atlayıp, altın ve gümüşten hazırlanmış tahtına kuruldu. Baş köşeye… Artık divanın açılabilmesi için her şey tamamdı. Açılış konuşmasını Büyük Dak yapacaktı. Elindeki papirüs kağıdını açıp başladı konuşmaya:

“Kullarım! Daha önce böyle bir divan kurulmamıştı. Şaşkın bakışlarınızı buradan görmek mümkün. Bu divanı dünyanın en özgür insanı istediği için topladık. Aradaki bunca çatışma ve vuku bulan bunca olay karşısında ben de ne diyeceğimi pek bilemiyorum. Büyük Tog’un isteğiyle hepinizi buraya topladım. Büyük Tog’un istediği bütün yaratılmışların bu olayları görüp anlamasıydı. Herkese açık bir divan şeffaf olacağından kabul ettim. Geldiğiniz iştirak ettiğiniz için hepinize teşekkürlerimi sunarım. Şimdi sözü uzatmadan yaratılmışların en kutsalını acıları kusma divanına çağırıyoru: Büyük Tog, kürsü senindir. Gel ve kus bütün içini kemiren acıları.”

Büyük Tog büyük bir mütevazilikle yerinden kalktı. Küçük baş selamları vere vere kürsüye yetişti ve başladı anlatmaya:

“Ben Büyük Tog! Büyük Dak’ın da dediği gibi yaratılmışların en kutsalı. Ne kutsal ama! Dünyanın en özgür adamı, ne özgür ama! Büyük Hof’un kocası, ne koca ama! Büyük Rak’ın dostu, ne dost ama! Büyük Dak’ın da son muhteşem işi, ne muhteşem ama!
Şimdi karşınızda bütün bu kayıplarla, acılarla duruyorum. Duruyorum ya düşmemek için beni ayakta tutan tek şey beni ve acımı anlamanız. Başıma gelenleri hepiniz biliyorsunuz. Zira hepinizin gözleri önünde cereyan etti. Bir şey yapabilecekleri, antlaşmalar bağladı. Yapamayanlar sadece sus pus oturdular. Beni bu hale siz hepiniz getirdiniz. Bakın ve görün oyuncağınızın başına neler geldiğini. İster gülün, ister üzülün bence artık hiçbir faydası yok! Sadece görün eserinizi… Bu yüzden rica ettim Büyük Dak’tan acıları kusma divanını. Hepiniz görün diye…
Yaratılışımın ilk zamanlarında harika bir arkadaş, harika bir yoldaş olan  kıskançlık girdabından kurtulamayıp kendi yaratıcısına bile baş tutup beni sonsuz acılara gark eden  DOSTUMA da selam olsun. Tüm yaratılmışların yaratılma sebebi olan Büyük Dak’a da bu ortamı sağladığı için şükranlarımı gönderiyorum. Beni kırmadı ve hakem olarak divana katıldı.”
Büyük Tog daha önemli sözler söyleyeceğini belli edecek şekilde omuzlarını geriye attı, küçük bir soluk alıp biraz daha dik durmaya çalıştı:
“Kısas istiyorum! Ey yaratılmışlar! Kısasa kısas. Sizlerin huzurunda Büyük Rak’tan düello istiyorum: 16 ADIM DÜELLOSU… Bütün yaratılmışların şahit olacağı bir düello, tabi ki Büyük Dak’ın da izni varsa? Başka da söyleyecek bir şeyim yok. Büyük Rak’tan cevap bekliyorum.”
Büyük Tog tam konuşması bitti sanılırken şimdi sadece Büyük Rak’a bakıyordu:
“Buyur ey Ateşîlerin başkanı, Büyük Dak’ın yoldaşı, Büyük Tog’un yol göstericisi gel de fikrini açıkla cümle yaratılmışlara. Korkup kaçacak mısın yoksa türlü türlü hilelere mi başvuracaksın?”

Büyük Rak şaşkın şaşkın sağa sola baktı. Her yer buz kesmiş, ölümcül bir sessizlik hakim olmuştu divana. Yerinden kalktı, yüzüne galibiyet pişkinliğini yerleştirip kürsüye yürüdü. Birkaç alkış ve slogan patlamak üzereydi ki diğer Ateşîler tarafından durduruldular, bunca acıya saygı duyulması gerektiğini düşünen Ateşîler tarafından. O andan sonra tek ses kürsüden geliyordu. Büyük Rak kürsüye kuruldu ve başladı anlatmaya:

“ Ben Büyük Rak! Büyük Dak’ınn eski yoldaşı, Büyük Tog’un eski arkadaşı ve tüm Ateşîlerin komutanı. Büyük Tog’un acısını anlamamı kimse benden bekleyemez. Ben de onun kadar payımı aldım acılardan, Büyük Dak bana sırtını çevirip Büyük Tog’u tek eğlencesi,  tek yaveri yaptığından beri onun kadar yalnız kaldım ben de bu sonsuz evrenler arasında.
Şimdi burada hala güçlü durup böbürlenebiliyorsam bunu içimdeki çaresizlikleri zafere dönüştürebilme azmine borçluyum. Ben Büyük Dak gibi acılarımın peşine saklanıp inayet dilenmedim hiç kimseden. Savaştım aldım. Büyük Tog’un davetine gelince elbette icabet edeceğim. Küçük bir topraktan yaratılmış mahlûk beni nasıl yenecekmiş merak içerisindeyim. Söyleyeceklerim şimdilik bu kadar. Buyursun karar versin Büyük Tog düellonun şartlarına.”

“Büyük Rak cesurmuş ve o kadar da pişkin. Sanki bu hale onun yüzünden gelmemişim gibi... Duydunuz hepiniz Büyük Rak’ın söylediklerini. Ben de tam olarak ondan bunu bekliyordum. Talebim 16 adımlık düello: Her adım için sırası gelen bir soru soracak. Cevapların takdiri kadar ateşe yaklaşacağız. İkimizden biri yok olana değin. Bakalım acıya kim daha fazla katlanabilecek. Yanmaya, ateşe… O ateşten yaratıldığı için kibrine yenildi. Bakalım kim galip gelecek bu savaştan.”


Ateşten yaratılmış bir mahlûku ateşle yakma fikri divandakilere komik gelmişti. Büyük Rak bir an tebessüm etti. Ancak sadece Büyük Dak anlayabilmişti geçeği: elbette Büyük Tog’un Büyük Rak’ı yakma gibi bir niyeti yoktu. Hem zaten Büyük Rak yanamayacak kadar ateş muhafaza ediyordu bünyesinde. Büyük Dak biliyordu: Büyük Tog’un niyeti Büyük Rak’ı küçük düşürmekti.

Büyük Dak hakem olarak konuştu:


“O zaman başlayalım bu yeryüzünün ve gökyüzünün en çok merak ettiği düelloya. İlk soru Büyük Tog’un. Buyur kürsüye.”


Büyük Tog kürsüye yürüdü. Usulca izleyenleri kutsayıp, sordu sorusunu:

“Söyle bakalım Büyük Rak sen mi yücesin ben mi?”


Büyük Rak Büyük Tog’un böyle bir soru sorabileceğini hiç düşünememişti. Dondu kaldı. Nasıl yani? Bu da neydi şimdi? Bu hileli bir soruydu ve cevabı açık. Ama nasıl böyle bir soru sorulabilirdi bu divanda. Bu bir oyundu. Büyük Rak’ı kızdırıp oyundan düşürmek için düzenlenmiş bir oyun. Ve galiba işe yaradı ki Büyük Rak hareketsiz ama içinden volkanlar patlayarak divan adabını bozup olduğu yerden ayağa kalktı. O an divandakilerin anlatımıyla Büyük Rak’ın sinirden ne kadar ısı yaydığını Büyük Dak bile ölçemezdi. Büyük Rak bu soruya cevap verirse kendinin divandakilerle aynı duruma geleceğini bildiğinden cevap vermedi. Sadece öyle bir baktı ki Büyük Tog’a Büyük Tog’un yerinde kim olsa o nazardan paramparça olurdu. Ama Büyük Tog bütün sessizliği ve kaybetmişliğiyle tekrar sordu:

“SÖYLE BAKALIM SEN Mİ YÜCESİN,  BEN Mİ?”

Bir daha sormasına dayanamayıp büyüklüğün ve kazanmışlığın gafletine düştü Büyük Rak:


“Senin için bunca ateş ve cehennem hazırlığı. Sanadır. Oyun ve düello burada biter. Ben yokum artık oyunda. Herkes bilir ki en büyük benim!”


Bu bir kaybetmeydi. En erken kaybediş… Zira Büyük Tog daha ilk soruda Büyük Rak’ı kızdırmayı başarmıştı. Divana sessizlik hakim oldu. Ateşîler sustu, Nuranîler sağa sola dengesiz dengesiz bakar oldular. Ne olacaktı bundan sonra? Büyük Dak da yerinden hiç kıpırdamadan olanları izliyordu. Büyük Rak yerinden kalkıp atına atladı. Yağdırdığı alevler ve korlarla divanı darmadağın edip yola koyuldu. Büyük Rak’ın meydana saçtığı son büyük alevlerle meydan bir anda boşaldı. Büyük Dak ile Büyük Tog divanın iki uzak ucunda baş başa kalmışlardı meydanda. Birbirlerine baktılar. Aralarında, tüten küller boyunca uzanan bir meydan, gri bir boşluk. Hiç konuşmadılar. Bir ara Büyük Dak gözlerini Büyük Tog’tan kaçırıp meydanın sessizliğine, son korların hışırtısına dikkat kesildi. Sustular. Çok uzun zaman sustular. Korlar söndü, rüzgar esti, boş meydanda küller uçuştu. 




                                                              OUTRO
Ve Büyük Rak kaybolmuştu semada. Herkesi bir korku, bir endişe sarmıştı. Büyük Dak ve Büyük Tog dışında herkesi… Koca meydanda bir başlarına kalan Büyük Tog’un ve Büyük Dak’ın kulaklarında aynı cümle yankılanıyordu, Büyük Rak’ın atına atlamadan önce Büyük Tog’un kulağına fısıldadığı cümle:


“Sana iki elimle bir cehennem getireceğim!”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder